28 Eylül 2014

, ,

Nasrallah'ın Konuşması


Nasrallah'ın Konuşması ve Direniş’in Konumu

 

Nasrallah’ın geçen akşam Suriye’deki IŞİD mevzilerine yönelik ABD baskınlarını kınaması, onun on yıl önce ABD’nin Irak işgalini kınamasını andırıyor. Nasrallah, tıpkı Mayıs 2004’teki ABD öncülüğünde kurulan terör karşıtı koalisyonun ahlâkî yetkesini ve meşruiyetini sorguladığı konuşmasında olduğu gibi, bu konuşmasında da ABD’nin Suriye müdahalesinin Irak işgalinin niteliksel ve kimliksel açıdan bir taklidi olduğunu, bu noktada İsrail’in işgaline benzediğini, hegemonya kurma, gaddarlık, yıkım, suç işleme ve katliam yapma bağlamında, gene insan hakları, demokrasi ve uygarlık gibi sloganlara sarıldığını söylüyor.

İran ve Hizbullah, bugün ABD saldırılarının hedefi olan noktaların yıkılışından istifade edecek bir yerde duruyor öte yandan da bu saldırılara ilkesel olarak itiraz ediyor. Bugün İran da söz konusu saldırıları kınadı ama Suriye hükümeti örtük olarak bu saldırılara destek verdi (Bunun özel bir nedeni, Suriyelilerin ve İranlıların ABD planları konusunda önceden bilgilendirilmiş olması.). Suriye’nin örtük kabulünün bir sebebi, onun Batı tarafından tanınmaya muhtaç olması ve belli bir intikam siyasetiyle hareket etmesi. Direniş Ekseni adına bu yaklaşım, politik ve entelektüel açıdan tutarsız bir siyasetmiş gibi görünüyor, ama öte yandan bu yaklaşım, IŞİD’in hem emperyalistler hem de anti-emperyalistler için tehdit teşkil ettiği noktada, söz konusu yeni aşamada ortaya çıkan stratejik karışıklıkların bir yansıması. Bu da IŞİD’in emperyalizm ötesi bir nitelik arz ediyor oluşuyla ilgili, yani bu örgüt ilkesel düzeyde ne küresel kapitalizmle ne de emperyalizmle ilgileniyor. Emperyalist güçler IŞİD için hilafete engel teşkil ettiği aşamada düşman hâline geliyorlar, bu noktada söz konusu güçlerin adaletsiz ve zalim siyasetleri asla göz önünde bulundurulmuyor. Aynı şekilde ABD de IŞİD’in mezhepçi dinî ideolojisine ya da barbarlığına değil, onun bölgedeki çıkarları için teşkil ettiği politik tehdide karşı çıkıyor.

Dolayısıyla Direniş Ekseni ve emperyalistler savaş öncesi duruma geri dönme konusunda hevesli, aynı zamanda her iki taraf, bugün içine düştüğümüz, politik açıdan kafa karıştıran ve görece daha az yönetilebilir olan emperyalist ötesi bataklığa karşı olduklarından, emperyalist-antiemperyalist fay hattı boyunca yaşadıkları rutin çatışma düzlemini muhafaza ediyor.

Nasrallah’ın konuşması, bu emperyalist ötesi aşamada bile, emperyalizmin baş düşmanımız olarak varlığını sürdüreceğini tüm dünyaya hatırlattığı için çok önemli. Direniş Ekseni’nin yürüttüğü siyaset, yaşanan saldırılara şiddetle karşı çıkan ama öte yandan da tekfirciler arasındaki kayıplar için damla gözyaşı dökmeyen bir siyaset.

Emel Saed Gureyb

23 Eylül 2014

, ,

ABD Terörizmin Anasıdır


Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, örgüte hitaben yaptığı konuşmasında, “dünyadaki tüm terörizmin kaynağı olan Birleşik Devletler’in öncülüğünü yaptığı IŞİD karşıtı koalisyonun asla parçası olmayacaklarını” söyledi.

Nasrallah, televizyondan yayınlanan konuşmasında şu tespiti yaptı: “Salı günü Suriye’de yasadışı hava saldırılarına başlayan uluslararası koalisyon, iddia edilenin aksine, terörizmle mücadele etmek değil, ABD’nin çıkarlarını muhafaza etmek için oluşturulmuştur.”

Genel sekreter şu değerlendirmeyle konuşmasına devam etti:

“Amerika terörizmin anası, terörizmin kaynağıdır. Eğer dünyanın herhangi bir yerinde terörizm varsa, orada Amerika’yı arayın.

Amerika, Siyonist devletin uyguladığı terörizme eksiksiz destek sağlamaktadır. O, İsrail’i askerî, mali, hukukî açıdan desteklemekte, hatta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İsrail aleyhine alınan kararları veto etmektedir.”

ABD ve onun Arap ülkelerindeki müttefik diktatörleri, Suriye’deki cihadist hedeflere karşı herhangi bir yetkiden azade biçimde hava saldırıları düzenlediği noktada, Şam’ın müttefikleri İran ve Rusya gelişmelere tepki gösteriyorlar.

Nasrallah, koalisyona karşı çıkışının IŞİD’e destek manasına gelmeyeceğini söylüyor ve aşırıcıları defalarca kınadığını, onların imha edilmesini istediğini not ediyor.

Ama gerçek şu ki IŞİD karşı koalisyona dâhil olanların önemli bir bölümü cihadist militanları finanse eden güçler ve bugün Irak ile Suriye güçleriyle savaşıyorlar; dolayısıyla bölge halkının bu türden eylemlerin ana nedenini sorgulaması gerekiyor.

Ahbar

, ,

Türkiye IŞİD’le Gizli Anlaşma Yaptı mı?


49 Türk Diplomatının Sürpriz Biçimde
Serbest Bırakılması Üzerindeki Sır Perdesi

 

Üç aydır IŞİD’in elinde bulunan 49 Türk diplomatın ve ailelerinin sürpriz biçimde serbest bırakılması üzerindeki sır perdesi kalkmış değil. Türk hükümeti, rehineleri elinde bulunduran güçle herhangi bir anlaşma yapmadığını söylüyor, ama gaddarlığı ve acımasızlığı ile ün salmış olan IŞİD’in, karşılığında bir şeyler almadan, Türk tutsakları serbest bırakmasının mümkün olmadığı söyleniyor.

10 Haziran’da IŞİD’in Musul’u ele geçirdiği günlerde tutsak aldığı diplomatların serbest bırakılması, Ankara’da, Türkiye’nin elde ettiği bir zafer olarak selamlandı. Ancak bu gelişme, Türk hükümeti ile IŞİD arasındaki ilişkiye dair yeni soruların sorulmasına da neden oldu. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, rehinelerin serbest kalışının Türk istihbaratının gizli kalması gereken bir operasyonunun sonucu olduğunu söyledi.

Pazar günü ise sözlerine şunu ekledi: “Hakkında konuşamayacağımız şeyler var. Devlet idare etmek, manav işletmek gibi bir şey değil. Hassas meselelerimizi muhafaza etmek zorundayız; eğer muhafaza etmezseniz, bunun bir bedeli olur.” Türkiye, IŞİD’e fidye ödendiği ya da kimi vaatler verildiği iddialarını reddediyor.

Rehinelerin serbest bırakılması, tam da Kobani’ye yönelik IŞİD saldırısından kaçmak için Türkiye sınırına 70.000 Suriyeli Kürd’ün kaçışına denk geldi.

Kobani’ye yönelik saldırı, Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) 3.000 savaşçının bölgeye hareket etmesine neden oldu; Irak’taki Kandil dağlarında konuşlanmış olan savaşçıların Suriye’ye gitmek için Irak’ı geçtikleri ve Kobani’ye doğru ilerledikleri söyleniyor.

Türk güvenlik güçleri, sığınmacılarla yaşanan çatışmalar sonrası, Pazar günü bir süre sınırı kapadı. Güvenlik güçleri, bir değerlendirmeye göre, Kobani’ye yardım götüren Kürdleri durduktan sonra kitleye biber gazı ve suyla saldırdı, bir başka iddiaya göre ise, saldırı kalabalıktan atılan taşlar yüzünden gerçekleşti. Sınırı geçenlerin önemli bir bölümü kadın, çocuk ve yaşlılar; eli silâh tutanlar cephede savaşmaya devam ediyor.

Birçok Kürd, Türk hükümetine karşı öfkeli, onun Türk sınırı boyunca yerleşik olan ve sayıları 2,5 milyonu bulan Suriyeli Kürdlerin bağımsız bölgelerini yok etme noktasında IŞİD’le anlaştığını iddia ediyor. Örneğin bu noktada Kürd hareketine bağlı Amed haber ajansı şu soruyu soruyor: “IŞİD, Ortadoğu’da Türkiye’nin uygulamaya çalıştığı yeni-Osmanlıcılık projesinin paramiliter kanadı mıdır?” Türk hükümeti ise IŞİD ile işbirliği kurduğuna dair her türden iddiayı şiddetle reddediyor.

Gene de 49 Türk’ün tutsak edildiği ve serbest bırakıldığı koşullar, Ankara’nın diğer ülkelere kıyasla, IŞİD’le görece daha farklı ve daha sıkı bir ilişki içinde olduğunu gösteriyor. IŞİD yanlısı Türk web siteleri Türklerin “halife” Ebubekir Bağdadî’nin doğrudan talimatı sonucu serbest bırakıldığını söylüyorlar. Rehinelerin Musul’dan IŞİD’in ana karargâhının bulunduğu Rakka’ya getirildiği, kadın ve erkeklerin iyi giyimli oldukları, hapislik süreci boyunca çok az zarar gördükleri iddia ediliyor. Bu, Suriye’ye yardım götürürken ele geçirilen İngiliz taksi şoförü Alan Henning’e ve IŞİD tarafından öldürülen gazetecilere yönelik muameleye tam bir karşıtlık arz ediyor.

Patrick Cockburn

, ,

Ilımlı İsyancılar



ABD dış siyasetindeki “ılımlılık”a dair anlayışlar türünden mide bulandırıcı yaklaşımlar bana her zaman özel olarak cazip gelmişlerdir. Yanlış anlaşılmak istemem, beş yaşındaki oğlum birisinden “biraz” nefret ettiğini göstermek istediğinde, birisi “az zeki” diye övüldüğünde ya da bir adam kadına “sana biraz âşık oldum” dediğinde kullanılan çift anlamlı ve ironik ifadeleri çok severim aslında. Ama mesele ABD dış siyaseti, ana akım medya ve düşünce kuruluşlarından oluşan kompleks’in Suriye’de “ılımlı” isyancıları desteklemesi olduğunda, bu tarz çift anlamlılıklara pek hoşgörüyle yaklaşamıyorum. Yakın geçmişte Bush yönetimi, aşırıcılık yayı, yani direniş eksenine karşı bölgeye yerleştirilmiş ABD kontrolündeki Sünni Arap müttefiklerini etiketlemek için “ılımlılık yayı” tabirini kullanmıştı. Bugünse ılımlılık, demokrasi, kadın hakları, azınlıklara yönelik yaklaşım ve diğer dinlere açıklıktan ziyade, esas olarak İsrail ve emperyalizme karşı ılımlı olmayı ifade ediyor. ABD siyasetinin kurt isimleri, Mısır’daki Müslüman Kardeşler türünden “ılımlı İslamcılar”la ilişki kurulmasını isterken, bu isteklilik hâli, onların demokratik seçimlere katılımları konusunda pek görülmüyor. Burada, hareketlerde mündemiç olan liberalizmden çok “şiddet dışılık” ve Batı’ya yönelik tavra bakılıyor. Bu da Hizbullah gibi ilerici bir hareketin neden sürekli “terörist” ve “aşırıcı” olarak etiketlendiğini izah ediyor.

Suriye bağlamında, Obama, IŞİD’e karşı koyma noktasında “ılımlı isyancılar”ı silâhlandırmaktan bahsettiğinde, mezhepçiliği sosyopolitik olmaktan çok doktriner bir nitelik arz eden, tekfirci olmayan gruplara atıfta bulunuyor; bu gruplar, birçok bölgede Suriye devleti ile ateşkes görüşmeleri yapıyorlar ve bu nedenle savaşa son vermek için devletle diyalog kurma imkânı buluyorlar. Şurası kesin: sahada tek önemli savaşan güç, cihadist gruplar. Bu koşullarda Vehhabi Suudi Arabistan, Vehhabi IŞİD’e karşı verilen savaşa dâhil ediliyor, medya da utanmadan Nusret Cephesi/El-Kaide’yi IŞİD’e nazaran daha ılımlı bir unsur olarak takdim ediyor (örneğin dün şirket medyası, Alan Henning’in hayatının bağışlanması konusunda Nusret Cephesi’nin nasıl ricacı olduğuna dair yığınla haber yaptı.) ABD, “ılımlı isyancılar”dan bahsederken, o, kimi gruplara ılımlı bir biçimde ılımlı sayılarda soykırım yapan, sadece ılımlı düzeyde mezhepçi olan ve ulusötesi hilafet projesini ılımlı bir tarzda uygulamaya sokan kesimleri değil, ABD’nin IŞİD’den daha kolay iş yaptırılması olası, işbirliğine açık, büyük stratejik hedefler konusunda iş tutabilecek grupları kastediyor.

Sözün özü şu: sevgi-nefret ikiliği konusunda pek usta olmayan beş yaşındaki sevimli bir çocuk ya da entelektüel manada aldığı övgüyü o alanda kendisini kurnazca daha vasıflı kılmak suretiyle görece daha fazla muteber kılmak isteyen bir öğretmen ya da kadınların güvenini yetersiz kimi ifadelerle kazanan şapşal ama alımlı bir delikanlı olmadıkça, siz bu türden yetersiz, eksik ifadelerle ne alımlı ne de sevimli görülürsünüz, üstelik bölgede herkes için varoluşsal bir tehdit hâlini alan tekfirci cihadistler konusunda bu tarz belirsiz ifadelerin hiçbir önemi yoktur.

Emel Saed Gureyb

07 Eylül 2014

, ,

Leyla Halid’le Röportaj


“Filistin Benim İçin Cennetin Ta Kendisidir!”


Frank Barat

7 Nisan 2014

 

Leyla, nasılsın? Neler yapıyorsun Amman’da şu sıralar?

Özgürlük mücadelesinin, geri dönüş hakkımız ve başkenti Kudüs olan bağımsız bir Devlet için verilen savaşın bir parçası olduğum sürece, gayet iyiyim. Bunun yakın bir zamanda gerçekleşmeyeceğini biliyorum, ancak yine de savaşıyorum. Burada, Amman’da, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nde mülteciler ve Geri Dönüş Hakkı birimlerinin başındayım.

Altı milyon Filistinli mülteciden birisi de sensin. Hâlâ bir gün geri döneceğinizi düşünüyor musun? Peki ya en temel hakları dahi reddedilen ve zaman zaman Filistin’e geri dönüşlerini etkileyebileceği düşünülerek, Lübnan’daki yaşam şartlarını iyileştirmeye çalıştıkları için eleştirilen Lübnan’daki mültecilerin koşullarıyla ilgili ne düşünüyorsun?

Filistinliler, farklı ülkelere dağılmış durumda. Her ülke de orada yaşayan insanlara tesir ediyor bir şekilde. 70’lerde ve 80’lerde Lübnan’da yaşayanlar, 1982’ye dek, silahlı mücadeleye ve devrim için savaşmaya yardım edenler kişilerdi. İsrail sürekli saldırıyor, ülkenin belirli yerlerini istila ediyor ve buralara işgal güçlerini gönderiyordu. 1982’den sonra, Filistinlilerin asıl hedefi, Lübnan’da mahrum kaldıkları kamusal ve toplumsal haklarını kazanmak oldu. Bu onların geri dönüş hakkı için verilen mücadeleye dâhil olmalarını sağlayacaktı. Filistinliler bu Geri Dönüş Hakkı meselesini genel itibariyle bir kavram ve kültür meselesi olarak görüyorlar. Filistinlilerin hepsi size toplumsal ve kamusal alandaki hakları için savaştığını söyleyecektir, ancak bu kendisini Filistin’e geri dönmeye hazırladığı anlamına gelir. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz.

Son on yılda yapılan müzakerelerde mülteci meselesi giderek daha da demode bir mevzu haline gelmiştir; mültecilerin hakları artık sanki vazgeçilemez haklar değil de müzakere edilebilir haklar gibi görülmektedir. Aynısı, son raund olan “Kerry müzakereleri” için de geçerli tabii. Sana göre, bütün bunlardan nasıl bir anlam ifade ediyor? Müzakerelerin biteceği 29 Nisan tarihinden sonra neler olacak sence?

FHKC de ben de 1991’den beri bu müzakerelere karşıyız. Asıl sorun iki tarafın da kendi silahlarına sıkı sıkıya bağlı olması. İsrailler, Filistin’in dünyadaki bütün Yahudilerin vatanı olduğunu düşünüyor. Filistinliler de bu toprakların kendilerine ait olduğundan emin ve 1947/1948’de zorla bu topraklardan çıkarıldılar.

Bu mesele boyut değiştirince güçlerimizin eşit olduğu düşünüldü ancak aslında İsrail’le gücümüz eşit değil (bu sadece bir yanılsama). Önderlik Oslo görüşmelerine gitmeyi tercih etti, çünkü bunun Filistinlilerin temel haklarını kazanma yönünde bir adım olduğunu düşünüyordu. Bazıları da inandı buna, ancak yirmi yıl sonra buna inanmanın anlamsızlığını gördüler. Oslo görüşmeleri bize felaket getirdi.

Şimdi her zamankinden daha fazla İsrail yerleşimi var, Oslo görüşmeleri başlamadan önce bunun yarısı kadardı, şimdi iki katına çıktı, daha fazla toprağa el konuldu ve tabii bir de Duvar örüldü. Apartheid duvarı. İsrail bir apartheid devletidir.

Bugün, bu müzakerelerin amacı, Filistinlilere değil, İsrail’e yardım etmektir. Zaten İsrail’in “müzakere” lafıyla ne kastettiğini gördük artık. İsrail sözlerini asla tutmaz, yükümlülüklerini asla yerine getirmez ve yalnızca Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirme projesine devam eder. Örgütüm de, bizzat ben de müzakerelerin bu son raunduna tabii ki karşıyız. Bilhassa şimdi. Amerikalılar, İsrail’e yalnızca yardımcı olacak bir projeyi destekliyorlar. Amerikalıların da sponsorluk yaptığı bir anlaşma vardı; İsrail’e Batı Şeria’daki, yerleşimlerinden vazgeçmesini ve 104 tutsağın farklı tarihlerde bırakılması gerektiğini söylüyordu bu anlaşma. Şimdi İsrailliler buna “hayır”, dediler, “bu anlaşmaya bağlı kalmayacaklarını, son tutsakları da serbest bırakmayacaklarını” söylediler. Ha zaten bu arada, bırakılan insanlar da kısa bir süre sonra tekrar hapsediliyor. İşte İsrail’in “döner kapı” politikası dedikleri şey budur.

Politikacılar tutsakların bırakılması gerektiğini söylüyor, ancak bu insanlar sonra yeniden tutuklanıyorlar. Pek çoğu hâlihazırda hapisteler. Çok açık görülüyor ki İsrailliler Filistinlilerle barışmaya hazır değil. Tabii Arapların başka meselelerle de boğuştukları için Filistinlileri desteklememesinden de faydalanıyorlar. Dolayısıyla kimse, imzaladığı anlaşmaları ihlal ettiğinde İsrail’i kınanmıyor tabii.

Ayrıca, Kerry ne istiyor? Planı nedir? Kimse bilmiyor. Her şey sözlü bir şekilde ilerliyor. Yazılı hiçbir şey yok. Önderlik, Kerry’nin teklifini reddetmelidir. Bu arada Kerry, Ramallah’a başka bir teklifle geri dönmedi. Bu da demektir ki Filistin Yönetimi ikinci seçeneğe başvuracak ve BM’ye geri gidecektir. Bütün bunlar üzerine, bugün, ABD böyle bir harekete itiraz edeceğini söyledi yeniden. Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Öncelikle İsrail Devleti’nin mahiyetini düşünmemiz gerekiyor bence. Sonra da, onların proje ve planlarını daha iyi anlamaya çalışmak zorundayız. Üçüncü olarak da, İsrail’in bazı açılardan bizden daha güçlü olduğunu görmeliyiz. Ancak biz de güçlüyüz. Her şey halkımıza bağlı. İsrail’in önümüze koyduğu zorluklarla yüzleşecek irademiz var. İngilizlerin dediği gibi “İstenirse, mutlaka bir yol bulunur.” Ben hâlâ o toprakların bizim hakkımız olduğuna ve bunun için mücadele etmemiz gerektiğine inanıyorum.

Mücadele ettik, ediyoruz ve edeceğiz. Nesilden nesle geçecek mücadelemiz. Özgürlüğümüzü kazanmamız için gidip hayalleri uğruna savaşacak güçlü insanlara ihtiyaç vardır. O yüzden, şu an bir uzlaşma olacağını sanmıyorum. Amerikalılar, müzakereleri sürekli uzatmak derdindeler. Bu da hiçbir işe yaramayacak.

Eğer müzakereler de Filistinlilere barış getirmeyecekse, barış getirecek olan şey nedir? Önderlik ne yapmalıdır?

Direnmek! Bir halk ancak bu şekilde haklarını alabilir. Tarih bize bunu göstermiştir. Mücadele etmeden özgürlüğünü kazanan bir halk yoktur. İşgalin olduğu yerde direniş de olur. Bu Filistinlilerin icat ettiği bir şey değil ki. Aslında BM’nin de desteğiyle düzenlenecek bir konferans çağrısında bulunacağız; ama bunu salt bu organların Filistin meselesiyle ilgili kararlarını uygulamış olmak için yapacağız.

194 sayılı karar, İsrail’i mültecilerin geri dönüşünü kabul etmeye çağırıyor. Evet, biraz da BM’yi sıkboğaz edelim. İnsanlara bu kararı hatırlatacak bir konferans düzenleyelim. Ama asıl sorun, gerçekleşen müzakerelerden çıkan kararların İsrail’in tarafında olduğunu bildiğimiz Amerika tarafından alınması.

FKÖ, Filistin Kurtuluş Örgütü anlamına geliyor. Peki, bu sözcüklerin gerçek anlamını kaybettiğini düşünüyor musun? 2008 yılında Bassam Şaka, bana FKÖ’nün her şeyden önce bir özgürlük hareketi olarak kendi köklerine dönmesi gerektiğini söylemişti.

Özgürlük direnmeden kazanılmaz. Ben safımı değiştirmedim. Örgütün başlangıçtaki programına bağlıyım. Direnişi arttırmak üzere çağrı yapıyoruz. İnsanlar, halk direnişinden bahsediyorlar. Halk direnişi, yalnızca eylemler, gösteriler anlamına gelmiyor. Halk silah da kullanıyor. Savaşmaya hazır bir halkımız var.

Özgürlük için silahlı direnişi seçmiş birisi olarak, barışçıl ve şiddet içermeyen, pasif direniş senin için ne anlam ifade ediyor?

Direniş tek boyutlu bir şey değil ki. Pek çok farklı direniş türü olabilir. Şiddet içereni de var içermeyeni de. Pasif direniş yollarını seçenlerle bir sorunum yok. Ülkemizi yalnızca silahlı mücadeleyle kurtarmayacağız. Başka türlü direnişler de gerekli tabii. Siyasi direniş, diplomatik direniş, pasif direniş. Elimizde ne varsa kullanmamız gerekiyor. On yılı aşkın bir süredir, insanlar Bil’in’de, Nebi Salih’de gösteriler yapıyorlar… Duvarın varlığını ve topraklarına el konulmasını protesto ediyorlar. Peki, İsrail ne yapıyor bunun karşılığında? Şiddet, biber gazı, bombalar… Afiş, pankart tutan insanlara karşı koca bir askerî teçhizat, düşünebiliyor musunuz?

Her türlü direnişe destek veririm ben. Ancak tek başına pasif direnişin bütün haklarımızı almamızı sağlayacağını söyleyemeyiz. Karşımızda bir apartheid devleti var; bir hareket olarak Siyonizm, Amerikalılar ve genel olarak İsrail’i destekleyen Batı var. Ancak güç dengesi değiştiği zaman, daha farklı düşünmeye ve müzakerelere başlayabiliriz.

Kamuoyu, ezenin ve ezilenin kim olduğunu bildiği zaman silahlı direnişi savunmak her zaman daha kolaydır. Senin 1969 ve 1970’te gerçekleştirdiğin eylemler bu ayardaydı, değil mi? Sen, o eylemlerle Filistin’in haritadaki yerini cümle âleme göstermek istiyordun. Filistin’in diğer yüzünü, Filistinlilerin taleplerinin meşru olduğunu ve Filistin halkının haklı olduğunu göstermek için yetmişlerden bu yana devam eden eğitim süreci yeterince bilinçlenme sağladı mı?

Vietnam örneğine bakalım. Ya da Cezayir ve Güney Afrika örneklerine. O halkların bütün dünyayı haklı mücadelelerine inandırmak için zamana ihtiyacı vardı. Bu da epey zaman aldı. Sonunda bütün dünya, ezilen halkların istedikleri şekilde direnme hakkına sahip olduğunu kabul etti. Hiç kimse, bize belli bir direniş biçimi dayatamaz. Silahlı mücadeleyi biz seçtik. Hedeflerimizi gerçekleştiremedik. Sonra intifada patladı ve bütün dünya bizi ciddiye almaya başladı. Dünya üzerindeki bütün insanların desteğini aldık. Ancak hedeflerimize hâlâ ulaşmadık, çünkü önderlik, intifadayı daha da ileri götürecek, onu başka bir seviyeye çıkartacak kadar cesur değildi.

İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilmeyi kabul etmeye hazırdı. Ancak önderlik, başarısız oldu ve bizi de hayal kırıklığına uğrattı. İntifada, halkın seçimiydi. Direnişin ve silahlanmanın başlangıcına bakarsanız, 1967’den sonra bunun Filistinliler için bir zorunluluk olduğunu görürsünüz. Topraklarımızı geri alabilmek için diğer Arap ülkelerine bağlıydık. Ancak onlar da bizi hayal kırıklığına uğrattılar.

İsrail daha fazla Filistin toprağını işgal etti. Biz de kendi kaderimizi kendimiz yazmaya karar verdik. Silahlı bir mücadele başlatarak. Halk şu an bir bekleyiş içerisinde, ancak bu müzakerelerin de bir yere varmayacağını biliyor. İsrail’le olan tecrübelerimiz ona güvenilmeyeceğini söylüyor bize. Sözlerini tutmuyorlar. Bizi sürekli tehdit ediyorlar. Ebu Mazzen (Mahmud Abbas) barışın taraflarından biri değilmiş! Peki, kim barışın taraflarından birisi? Şaron mu? Netanyahu mu? Bu sağcı hükümetle mi gelecek barış? Bu, bir hükümet değil, aslına bakarsanız, bu bir çete; yerleşimcileri, faşistleri ve ırkçıları temsil eden bir çete.

Bu yalan geçen yüzyılda başladı. Bu toprakların Yahudi toprakları olduğu, bu toprakları onlara kutsal kitaplarının bahşettiği söylendi. Şimdi bu, demokratik bir şey mi? 1948 yılında bütün dünya bu yalanı kabul etti. “Tanrı bize bu toprakları vaat etti!” Sanki Tanrı bir emlakçıymış gibi! Bu, bir sömürge projesi. Zaten süregelen sorunun temel noktası da burası.

O zaman bu mücadele, İsrail’in yerleşimci sömürgecilik projesini, yani apartheid’ı sona erdirmek üzere. O günden sonra ne olacak sence? Zafer gününden sonra yani? Cezayir’deki veya Güney Afrika’daki gibi bir çözüm mü getirilecek?

Biz, her zaman daha insanî bir çözüm teklif ettik. Herkesin eşit zeminde yaşayacağı bir yer istedik. Yahudi olur, Müslüman olur; ben, insanların inandıkları dini önemsemiyorum. Ben, insan olmaya inanıyorum. İnsan dediğiniz varlıklar da birlikte masaya oturabilir ve bu toprakların geleceğine birlikte karar verebilir. Ancak şu an yaşadığım şehre geri dönme hakkımın olmadığını kabul etmiyorum. Tıpkı 6 milyon Filistinli gibi. Oraya giremiyoruz.

Biz, insanî ve demokratik bir çözüm yolu öneriyoruz. Hiç kimse, bana mülteci olduğumuz için ülkemizin kaderine karar veremeyeceğimizi söyleyemez. Bildiğim kadarıyla, bize yapılan şey tarihte bir ilk. İnsanlar vatanlarından kovuluyor ve çok uzaklardan gelen bambaşka insanlar onların yerini alıyor. İsrailliler başka ülkelerin vatandaşları normalde. İsrail, çeşitli örgütler dolayısıyla, 1948’den önce bir ordu yarattı, Tamam, ama ortada bir toplum yoktu ki. Dışarıdan insanlar getirdiler.

Bugün bile, bu ülkede ve bu toplumda çok büyük tutarsızlıklar vardır. Yahudiler, birbirinden farklı kültürlerden gelmişler ve bir kısmı İbranice konuşmuyor bile.

Biz, daha fazla kan aksın istemiyoruz, ancak direnmek zorundayız. Kendi vatanımızda yaşamaya hakkımız var. İsrailliler, kıpırdamadıkları sürece bu meselenin çözülmeyeceğini fark ettikleri zaman, çözümümüzü kabul edeceklerdir. Bazı İsrailliler artık anlamışlardır bunu. Yani sonsuza kadar savaşmaya devam edemeyeceklerini. Hem ayrıca ne uğruna savaşıyorlar?

Bize kadınların direnişteki rolünden bahsedebilir misin? Eylemlerinin, mesela 1969 ve 1970’teki uçak kaçırma eylemlerinin Filistin, dünyadaki kadınlar veya her ikisi için de bir şeylere vesile olduğunu düşünüyor musun?

Uçak kaçırma olayları birer taktikten ibaretti. Tutsaklarımızın bırakılmasını istiyorduk ve çok güçlü bir söz söylemek zorundaydık. Bütün dünyaya biz, Filistinlilerin yalnızca mülteci olmadıklarını anlatmamız gerekiyordu. Siyasi ve insanî hedefleri olan bir halktık biz. Dünya, bize çadırlar, kullanılmış kıyafetler ve yiyecekler gönderiyordu. Bize kamplar kuruyordu insanlar. Ama biz bundan fazlasıydık. Bugünlerde, kampların faaliyetinin durdurulması söz konusu; çünkü bu kamplar 1948’den kaldı.

Halkımızın parçası olan kadınlar; onlar da benzer haksızlıkları hissediyorlar elbette. Bu yüzden mücadelenin bir parçası oldular. Kadınlar hayat verir. Bu yüzden tehlikeyi erkeklerden daha fazla hissederler. İşin içine girdikleri zaman, devrime daha sadıktırlar aslında çünkü çocuklarının yaşamı için de savaşırlar. İki çocuk doğurduktan sonra çok daha iyi anladım ki onlar için savaşmak ve onlara bir gelecek sağlamak için elimden geleni yapmalıyım. Çocuklarını kaybeden annelerin acısını paylaşıyorum.

Yani sorunuza cevap vermek gerekirse eylemlerimin hem Filistin’e hem kadınlara tesiri oldu. Halk cephesinin sloganı şuydu: “Topraklarımızın özgürlüğü için kadın erkek birlikte mücadele ediyoruz.” FHKC, bu sloganı kadınlara gerilla ordusunda yer vererek hayata geçirmiştir. Kadınlar, aynı zamanda iç cephedekileri, yani aileyi savunmada da büyük rol oynamışlardır.

Artık yüzlerce Filistinli kadın ailesinin sorumluluğunu taşımaktadır. Bütün bu savaşlardan, katliamlardan, tutuklamalardan, İsrail’in ölümle sonuçlanan saldırılarından sonra kadınlar ailelerini dağılmaktan korumuşlardır. Ayrıca, kadınlar artık eğitimliler; çalışıyorlar, seyahat ediyorlar, üniversiteye gidiyorlar vb. Devrimden önce, böyle değildi. Şimdi böyle ama. Ve böyle olması da gerekiyor.

Görüyorsunuz ki kadınlar mücadelenin ve toplumun pek çok katmanında aktifler. Filistin’de de, Filistin’in dışında da bu böyle artık.

Leyla Halid: Hava Korsanı filminin yönetmeni Lina Makbul, filmin sonunda sorduğu soruda sizin eylemlerinizin Filistin halkına her şeyden fazla zarar verdiğini ima ediyor. Film de bu soruyla bitiyor. Sen soruya ne cevap verdin?

Bana bunu sinematografik amaçlarla yaptığını söyledi. Ama durumdan hoşlanmadım. Çünkü insanlar, benim ne cevap verdiğimi duymadılar. Cevabım tabii ki hayırdı! Yaptığım eylemler halkıma ve mücadelemize katkıdır. Kimsenin kılına zarar vermedik. Bütün dünyaya bir halk olduğumuzu, haksızlığa maruz kaldığımızı duyurduk ve bu dünya, hedeflerimize ulaşmamız konusunda bize yardım etmek zorundaydı.

Senin de bildiğin üzere, Lina’yla saatlerce oturdum, ona bütün hikâyeyi anlattım. Sonra bana İsveç Televizyonu’nun yalnızca bu soruyu istediğini söyledi.

Bazen geri dönüp geçmişe bakıyor musun? Neler yapıldı, neler yapılabilirdi; güncel durumlara baktığında, sence başka ne yapılabilirdi? Yanlış giden neydi?

Biz, yedinci konferansı yakın zamanda düzenledik ve duruşumuzu gözden geçirdik. Sonra dünya çapındaki ilerlemeci güçlerle ilişkilerimizi geliştirmek üzere biz de bir program hazırladık; özellikle Araplarla olan ilişkilerimiz adına yaptık bunu. İçyapımızı güçlendirmeye karar verdik ve ayrıca kendi konumumu, düşünme şeklimi gözden geçirmeyi öğrendim. Her sene, Aralık civarı, geçtiğimiz yıla bir bakarım ve sonraki yıl için bir şey yapmaya karar veririm. Bu senenin başında sigarayı bırakmaya karar vermiştim ve bıraktım da.

Kutlarım doğrusu!

Kararımı verdim, uygulaması benim için çok zor olmadı.

Peki, sana göre Filistin, niçin böyle bir dayanışma hareketinin simgesi hâline geldi?

Filistin benim için cennet demek. Dinler cennetten bahseder. Benim için cennet Filistin’dir. Filistin, yaptığımız fedakârlıkları hak ediyor.

Türkçesi: F. Büşra Helvacıoğlu
Kaynak

[Le Mur Des Oreilles [“Kulakların Duvarı”] adlı radyo programından Frank Barat’ın Leyla Halid’le 3 Nisan 2014 tarihinde yaptığı bu özel röportaj, ilk olarak MondoWeiss’da yayımlanmıştır.]

04 Eylül 2014

,

Filistin’e Özgürlük, İsrail’e Boykot


Siyonist işgal devleti, 51 gün boyunca, uçakları, tankları ve savaş gemileri ile Gazze’ye havadan, karadan ve denizden geniş ve vahşet dolu bir saldırı gerçekleştirdi. Saldırıda 2.143 Filistinli şehit düşerken 11 bin Filistinli yaralandı. Saldırı, on binlerce ev ve sosyal yaşam merkezini yok ederek on binlerin evsiz kalmasına neden oldu. Filistin halkı, saldırılara ve bu büyük acıya rağmen sergilediği onurlu direniş ile tarihsel bir dönüm noktası yarattı.

İsrail işgal devleti, askerî üstünlüğüne rağmen, Filistin direnişinin altyapısını çökertme, Gazze’yi silahsızlandırma, güvenlik izolasyon bölgesi uygulama, füzelerin ateşlenmesini engelleme amaçlarının hiçbirini gerçekleştirememiştir. Filistin halkının sergilediği toplumsal ve siyasal direnişin yanında uluslararası BDS ve Filistin ile dayanışma hareketinin emeği, İsrail’in tek bir güç olma denklemini altüst etmiştir.

Uluslararası yalnızlığa ve direnişe uygulanan baskıya rağmen Filistin halkı, son noktada talep ettiği hayatî koşulların bir bölümünü gerçekleştirmiştir. Balıkçılar için uygulanan abluka 3 milden 6 mile çıkmış, sınır çiftçileri için İsrail’in belirlediği 2-3 km.lik güvenlik hattı 50 metreye inmiştir. İnsanî ve maddî geçişlere uygulanan koşullar hafifletilmiştir. Mısır, İsrail ile 1979’da imzaladığı Camp David anlaşması maddelerini bozarak Refah kapısını İsrail’in komutası altında değil, Mısır ile Filistinliler arasında bir mesele olarak tanımlamıştır. Bu maddî kazanımların yanında, Filistin halkının başka bir kazanımı, Filistin'in nihaî özgürlüğü yolundaki temel mücadele hattının direniş hattı olduğunun yeniden gösterilmesi olmuştur.

ABD değil, Mısır aracılığı ile yapılan müzakerelerde, daha önce Oslo anlaşmaları gereği İsrail işgal devletinin kabul ettiği ama pratik olarak izin vermediği liman ve havaalanı bir ay sonraya ertelenmiştir. Filistin halkının da belirttiği gibi, İsrail bu koşulları geçiştirmeye devam edecektir. Bizler de Filistin halkının bu taleplerinin takipçisi ve destekçisi olacağımızı belirtiyoruz.

Filistin’de Direniş Filistin Halkının Bütünlüğüdür

İsrail saldırganlığı ve bitmeyen işgal acısına karşı Gazze’de, Batı Şeria’da, 48 Topraklarında, Kudüs’te ve diasporada yaşayan Filistin halkının tamamının katıldığı direniş süreci, işgale karşı Filistin halkının ortak iradesini ve kaderini göstermiştir. Gazze’deki direnişi yürüten Hamas, FHKC ve İslamî Cihat örgütleri, direnişin politik birliğini gösterirken, direnişin temel unsuru Gazze, Batı Şeria ve İsrail zorunlu vatandaşı 48 Filistinlilerinden müteşekkil Filistin halkının bütünü olmuştur.

Batı medyası içinde kimi mecralar, İsrail saldırganlığına doğrudan destek vermenin zorluğu karşısında İsrail saldırısının tüm Filistinlilere değil, sadece Hamas’a yönelik olduğu yönündeki İsrail propagandasına başvurdu. İsrail yanlısı Batı medyasının çizdiği Filistin tablosu, neredeyse tıpkısı ile, İslamî bir ideolojiden yola çıkarak Filistin’i destekleyen Türkiye hükümeti perspektifli medyada da görüldü. Filistin direnişini Hamas’tan ibaret gösteren bu iki medya anlayışı İsrail propagandasını desteklemiş ve Filistin halkı ve toplu direnişini yalnızlığa mahkûm etmiştir. Aynı zamanda Türkiye’de muhalif basın da nesnel bilgi kaynağı eksikliğinden dolayı aynı propagandayı pekiştirmiştir.

Şunu hatırlatmak isteriz: Filistin direnişi Hamas, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, İslamî Cihad, el-Fetih, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi farklı politik eğilimler taşıyan ve İsrail işgaline ve saldırganlığına karşı birlikte hareket edebilme yeteneğine sahip olan çeşitli örgütlerden oluşuyor. Aynı zamanda, Filistin ve Filistin direnişi sadece Gazze ile sınırlı olmadığı gibi İsrail’in saldırganlığı da sadece Gazze ile sınırlı olmamıştır. Medya çalışanlarını bu saptırmalara karşı gerçek ve nesnel bir Filistin haberciliğine çağırıyoruz.

Öte yandan, direnişin tamamı İslamî temelde hareket etmediği gibi, bütün Filistinliler Müslüman da değildir. Örnek vermek gerekirse, Türkiye’de her kesimden entelektüelin büyük saygı duyduğu Edward Said Hıristiyan’dır, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurucularından Corc Habeş Hıristiyan’dır, Abnaa Balad Hareketi’nin önemli isimlerinden Yoav Bar Filistinli bir Yahudi’dir. Ayrıca, bütün dünyada, ta en başından beri Filistin direnişini ve kurtuluşunu destekleyen Uluslararası Dayanışma Hareketi sadece Müslümanlardan oluşmaz. Son saldırı sırasında da, dünyanın birçok ülkesinde sokağa dökülenlerin ezici çoğunluğu Hıristiyan ve Yahudi inancından ya da Hıristiyan ve Yahudi kökenliydi, özellikle ABD’de İsrail saldırganlığına karşı çıkan entelektüellerin önemli bir kısmı Yahudi inancından ya da Yahudi kökenli. Bunun yanı sıra, dünyanın pek çok yerinde Yahudiler İsrail karşıtı gösteriler düzenledi. Filistin davası, yansıtılmaya çalışıldığı gibi bir din savaşı değil, emperyalizmin bölgemizdeki süreğen saldırganlığı karşısında bir halk direnişidir.

AKP Hükümetinin Filistin ile Dayanışması Şovdan İbarettir

İsrail; uluslararası hukuku hiçe sayarak sürdürdüğü bu saldırganlıkta cesaretini, uluslararası alanda kendine tanınan dokunulmazlıktan alıyor. Bu dokunulmazlık yalnızca ABD’den değil, Türkiye gibi sözde Filistin’den yana tavır alan, ancak İsrail ile askerî ve ekonomik ilişkileri ilerletmekten geri durmayan bölge ülkelerinden de kaynaklanıyor. İsrail işgal devleti, işlediği aleni suçlarından dolayı cezalandırılmak yerine Filistin halkı üzerinde denediği silah teknolojisi karşılığında ödüllendiriliyor.

Gazze saldırısına karşı propaganda seçime kadar devam ederken, AKP hükümeti seçim sonrası adeta bir suskunluğa bürünmüştür. AKP’nin sözel tavrı, tıpkı BM’nin 70 küsur yıldan beri aldığı, İsrail karşıtı olup da hiçbir yaptırımı olmayan kararlara benziyor ve söylemden ibaret olduğu da aşikâr. FHKC ve İslamî Cihat liderleri gibi Filistinli kimi örgütlerin yaptığı açıklamalar, Filistinlilerin Türkiye’nin rolüne nasıl şüphe ile baktığını gösterirken, Türkiye hükümetinin, İsrail ve Mısır koşullarını kabul etmesi için Hamas’a baskı uygulaması da gündeme gelmiştir.

BM’nin sahte tavrına benzer şekilde davranan Türkiye hükümeti, boş sözlerin ardından Gazze’ye maddî yardım götürmekle görüntüsünü temizlemeye çalışmıştır. 1948’den bu yana (BM, ABD, AB, Arap Körfezi vb. taraflardan), İsrail’e gerçek bir yaptırım uygulamaksızın Filistin’e gönderilen maddî yardımın Filistin’deki işgale karşı mücadeleye stratejik bir faydası olmamasının yanında Türkiye’de Gazze için toplanan yardımların nasıl ve ne kadar toplandığı ve Gazze’ye ulaşıp ulaşmadığı konusunda birçok soru işareti de uyandırmıştır.

İsrail’e Boykot Girişimi Türkiye’de
İsrail’i Tecrit Kampanyası’nın Öncülüğünde

2009 yılında kurulan Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi bugün tarihsel bir dönemden geçiyor. 5 yıl boyunca Filistin’le gerçek bir dayanışma ilkesiyle verdiğimiz emek, inşa ettiğimiz şeffaf ve nesnel bilgiye dayalı çalışmalarımız ve uluslararası BDS ilkeleri doğrultusunda yürüttüğümüz mücadele ile kurduğumuz bağlantılar sayesinde Boykot Girişimi bu yıl yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Bu yıl gerçekleştirdiğimiz eylem, basın faaliyetleri, TBMM görüşmeleri, kurum ve örgütler ile ortak çalışmalarımız, Türkiye-İsrail ilişkilerini Türkiye gündemine ilk defa ciddi bir şekilde oturmuştur. Filistin ile gerçek bir dayanışma hattının örülmesi için çaba gösteren birçok taraf ile bağ kurmaya çalışan Girişim bu dönemde gerçek temaslar kurmayı da başarmıştır.

Bu çizginin söylemi, Filistin ile gerçek dayanışmanın, İsrail’in tecrit edilmesi ve İsrail’le askerî ve ekonomik ilişkilerin kesilmesiyle olacağı düşüncesi etrafında toplanmaktadır. Bu söylem Türkiye’de bu kadar yaygınlaşmış ve AKP’yi ilk defa bir savunma tavrına itmişse (bkz. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün 23 Temmuz tarihli açıklaması) bunu önemli ölçüde, 2009’da Türkiye sol hareketinin ve işçi sendikalarının emeğiyle geniş bir koalisyon olarak kurulan “Boykot Girişimi”nin bu söylemi gerekli argümanlarla temellendirmesine ve bu çizgiyi benimseyen hareketlerin medya ve diplomatik taraflarla temas kurarak yaygınlaştırmasına, bu ortak emeğe borçluyuz. Boykot Girişimi’nin, İsrail’in son saldırısında, ancak hükümet tarafından yönlendirilerek harekete geçen hükümet ideolojisine yakın kurumlardan önce harekete geçmiş olması da Türkiye’deki Filistin ile dayanışma dengelerinin değişmekte olduğuna da işaret ediyor.

Hükümet ve hükümet ideolojisine yakın olduğunu düşündüğümüz, sözde Filistin’le dayanışma söylemine sahip başka çevrelerin yaygınlaştırmaya çalıştığı boykot söyleminin, Girişim’in savunduğu ve birçok siyasi tarafın da benimsediği gerçek boykot ilkeleri ve anlayışını arka plana atmak için yaratıldığı aşikârdır. Filistin ile dayanışmayı neredeyse dua etmeye ve Coca Cola’yı boykot etmeye indirgeyen bu perspektifle askerî ve ekonomik ilişkilerin örtbas edilmesi bekleniyor. Bizler bu çalışmaların takipçisi olacağımızı ve Türkiye’de gerçek ve ilkesel bir Filistin’le dayanışma hareketi yaratmak için tüm imkânlarımızı seferber edeceğimizi belirtiyoruz.

Mücadeleye Devam

Kuşkusuz Filistin davası, dünya ezilen halklarının tarihsel bir simgesidir ve birçok coğrafyada Filistin meselesi kimin hangi safta olduğunun bir göstergesi olarak, Arap halkı başta olmak üzere Ortadoğu halkları gözünde turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Bu nedenle sadece Türkiye’nin değil, birçok başka ülkenin de iç gündemi olarak görülmektedir. Türkiye hükümetinin de Filistin davasının bu konumlanışından faydalanarak İsrail’e fevri sözlü tepkiler göstermesi, hem Türkiye kamuoyu hem Arap ve İslam dünyasına yönelik propagandasının önemli bir parçasını oluşturmaktadır.

Filistin davasının bu anlamda, gerçek bir dayanışma gösterilmeden bir rant meselesi olarak görülmesine karşı mücadele eden Boykot Girişimi, hem bu perspektife karşı ilkeli bir dayanışma söylemi oluşturmaya hem de işgal devleti ile çeşitli düzeylerde süren ortak askerî teknoloji gelişimi çalışmalarını ve ticarî ilişkileri hedef alan kampanya ve teşhir sürecine devam edecektir.

Filistin halkına 2008 yılındaki ve Mavi Marmara saldırıları ardından Türkiye’nin İsrail’den Heron uçakları alımına karşı çeşitli kampanyalar yürüten Boykot Girişimi; hâlâ iptal edilmemiş askerî ilişkilerin ve aynı zamanda, MAN, THY, İTÜ, OTOKAR, Bankpozitif ve Zorlu Grubu gibi kamu ve özel kurumların İsrail ile yaptığı askerî teknoloji ve ticarî ilişkilerin takipçisi olacaktır. Bu çizgide, İsrail ile askerî ilişkilerin kesilmesi için başlattığımız imza ve eylem kampanyamız önümüzdeki dönemde hız kesmeden devam edecektir.

İsrail işgal devleti, geçtiğimiz günlerde ateşkes anlaşmasını ihlale devam etti. Aynı zamanda Batı Şeria’da el-Halil ve Beytullahim kentlerinde 4 bin dönüm araziye el koyarak 30 yıldan beri en büyük Filistin toprağı parçasını aldı. Uluslararası hukuku hiçe sayarak yerleşim-işgal bölgeleri inşa etmeye ve Gazze ablukasını devam ettirirken Filistinli bedevilerin evlerini yıkmaya devam ediyor. Filistin halkı ise Batı Şeria ve Kudüs’te işgale karşı mücadelesini sürdürüyor. Irkçı apartheid devletinin saldırganlığını durdurmak için en sahici uygulama İsrail devletini abluka altında tutmaktır.

Son olarak Boykot Girişimi olarak, Filistin halkının, başta Filistinli mültecilerin toprağına geri dönmesi, işgale son verilerek bağımsız bir Filistin devleti kurulması ve ırk ayrımcı apartheid sisteminin sona ermesi için yürüttüğü mücadeleye destek vermekten gurur duyduğumuzu belirtmek isteriz. Aynı zamanda, İngiltere ve ABD’de yakın bir zamanda, İsrail ile işbirliği devam eden askerî üretim yerlerini işgal eden ve İsrail gemilerinden malların indirilmesini engelleyen ve hızla büyüyen uluslararası BDS hareketinin bir parçası olmaktan da gurur duyuyoruz. Bu onurlu mücadelede, Türkiye’de örülmesi gereken Filistin ile gerçek bir dayanışma hattını pekiştirmeyi, halkların kardeşliği ilkesi üzerinden kurulacak kalıcı Ortadoğu barışı için önemli bir mücadele stratejisi olarak görüyor ve hayata geçirmeye devam edeceğimize söz veriyoruz.

İsrail’e kalkan olan, İsrail ordusu ile kârlı ticaret peşinde koşan, bu ticarete göz yuman, İsrail’le tatbikat yapan bir iktidar Filistin’e dost olamaz;

Bu askerî anlaşmalara, bu kanlı ticarete, bu kanlı işbirliğine son verin!

Türkiye İsrail arasındaki ekonomik, diplomatik, askerî, akademik ve kültürel ilişkilere son!

Filistin’e özgürlük, İsrail’e boykot!

Filistin İçin İsrail’e Boykot Girişimi
04 Eylül 2014

03 Eylül 2014

, ,

Tartı


Bir değil, beş değil; Gezi, Türk solu, sosyalist hareket konusunda Kürt özgürlük hareketinden kim ağzını açsa, aynı tartı işlemi devreye giriyor. Diyelim ki yazıda Gezi’den bahsediliyor, garip bir şekilde, “orada kimileri yaralandı ama Kürdistan öyle mi” deniliyor hemen ardından. Bu yarışçı, rekabetçi kafanın kime faydası olabilir ki?

Son dönemde gündeme gelen Erdoğan’ı alkışlama meselesinde de Selahattin Demirtaş, Ezgi Başaran’a verdiği röportajda, gene aynı tartıyı devreye sokuyor: “Yine olsa yine alkışlarım. Buradan yola çıkarak kıyamet koparmak, ‘Berkin Elvan’ın annesine ihanet ettin’ demek, kimsenin haddine değildir. Bunu söyleyen kişiye şunu hatırlatmak isterim: 50 bin kişi öldü, PKK ile devlet arasındaki savaşta.”[1]

Berkin’in adı geçince neden akla hemen “50 bin şehid” geliyor? Neden ölü sayıları, acılar yarıştırılıyor, soran yok. 50.000’inin 1’den büyük olduğunu bildiğini kimlere ispatlamaya çalışıyorlar, belli değil. Bu yarışın diğer tarafının da Berkin’in resmini Küba duvarlarına çizmesi de aynı mantığın ürünü. Ölüleri yarıştırmanın kime faydası var?

Misal, İhsan Eliaçık için türlü tezvirat üretiliyor, türlü karalama yapılıyor, bunların nereden kaynaklandığı da belli. İhsan Eliaçık hiçbir şey değilse, yazdıkları “beş para” etmese bile, o aslında, yıllar önce bir TV kanalında MÜSİAD başkanına “biz, siz zengin olasınız diye mi mücadele ettik!” diyen öfkenin adıdır. Dolayısıyla, Eliaçık’a yönelik saldırının kaynağı, öz itibarıyla bu cümledir. Onun bu cümleden gayrı bir anlamı yoktur.

Aynı minvalde, “o 50 bin şehid siz zengin olasınız, büyük burjuva siyaset pazarında arz-ı endam edesiniz diye mi verildi?” sorusu da meşrudur. Şehidlerin, mücadelenin, bugünün yüksek burjuva siyasetine âlet edilmesine direnmek artık mümkün müdür, soru budur.

İMC TV’nin müdavimi olan bir sosyolog var: Bülent Küçük. Bu arkadaş her cümlesine “ben bir sosyolog olarak” diye başlıyor ve gene aynı şekilde bitiriyor sözünü. Kendisini o cahil hâliyle sosyolog yapanlara bağlılık yemini ediyor aslında. Bilmediği konularda da ahkâm kesmeyi seven bu arkadaşın, futbol gibi konularla kurduğu analojilerle süslediği konuşmalarında, tuhaf bir sosyoloji dersi verme alışkanlığı var. Küçük’e göre, CHP dâhil, HDP dışındaki tüm sol, “ergen siyaseti” yürütüyor. Son cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak, örneğin Halkevleri’nin siyasetini de “ergen siyaseti” olarak niteleyenler olmuştu. Bu dil, yıllar önce İhsan Eliaçık’a işaret ederek, “biz işi ehline veririz” diyen Tayyip Erdoğan’ın diline benzemiyor mu? Burjuva siyasetini “ergen ve kâmil” diye ikiye ayırıp aralarında hiyerarşi kurmak, kâmil siyaset olarak kendisine işaret etmek, neyin çözümü?

Bir yandan ergenlikle bir yandan da yeterince ölmüş olmamakla eleştirilen sol siyaset ise başka bir kamp kurmakla meşgul bu aralar. Birliğin havada, özel şahıslar arasındaki özel anlaşmalara dayalı bir pratik olduğu zannediliyor bu aşamada. Sokaktan, fabrikadan, tarladan, kampüslerden, liselerden, hayatın tüm kılcal damarlarından bu yana doğru kurulan pratik bir birlik sürecinden, örgüt ve STK tepelerindeki her şef korkuyor. Dükkânlarının değersizleşmesinden çekiniyor. HDP ise Avrupa’dan getirilip mahallenin ortasına dikilmiş AVM gibi, bu dükkânları tedirgin ediyor. Dolayısıyla, esnaf-zanaatkâra has, basit, sığ bir ideolojik tepkinin oluşmasına neden oluyor. Müslüman’ı görünce laikliğini, Kürd’ü görünce Türklüğünü hatırlayan bu çevre, altı boş bir sınıf putu önünde eğilmeye çağırıyor herkesi. Kimlik siyasetine karşı olan bu çevre, özünde, işçi sınıfını kimlik olarak gördüğü için direnç geliştiriyor. İşçinin ne’liğine değil kim’liğine değer vermesi, onun küçük burjuva niteliğinden kaynaklanıyor.

HDP tarafı, örneğin İMC TV’ye kim çıkıyorsa, tonla laf sıralıyor ve özünde “hepiniz Apocu olun” diyor. İyi de hangi dönemin hangi “Apo”sunun peşinden gitmek, bizi kurtuluş yoluna sokacak? Vefatı üzerine mektup yazdığı Murray Bookchin, İkinci Dünya Savaşı sonrası troçkizmden dönen, düşmana her yönden teslim olmuş, tekellerin tayin ettiği eksik ve yanlışlara göre sosyalizm pratiğini eleştiriye tabi tutan ve yıllar önce aşılan belediyeciliği allayıp pullayan bir isim. Tamam, Marksizm, ergen, geri, yavan ve birey karşıtı, şimdi artık Bukçinci mi olalım? Marksist olmamıza az da olsa izin varsa, bizi neyin Bukçinci yapmaya çalıştığını sormayalım mı?

Bu dönemde batıya yönelik bir PR çalışması yürütüldüğü belli. Söz konusu aşamada Türkiye solu “yeterince ölünüz yok” diye eziliyor, sonra da Öcalan’ın ve başkalarının ağzından, “ben siz ölmeyesiniz diye uğraşıyorum” sözü duyuluyor. Bu ülkenin “ben olmazsam, 12 Eylül dönemi öncesine dönersiniz” diyen bir Özal’a ve böylesi bir milada ihtiyacı var mı, soru bu. Ve “neden ölçü, ölümden ve ölü sayısından çekiliyor?”, bir başka soru. Ölümle korkutulduğumuzda sıtmanın çilesi biraz azalacak mı?

Egemenlerin kestaneleri elini yakmadan topladığı bilinen bir gerçek: Kürd’ün ensesindeki ölümü, batının mazlumuna ve sömürülenine bir sopa gibi sallayan nedir? Kader birliğine ikna olmak için sıtmaya rıza gösterdiğimizi haykırmamız mı gerek? Cümle âlem HDP’li olunca, HDP AKP’ye karşı daha kâmil ve daha devrimci bir siyaset mi güdecek? Bunun sınıfî, devrimci güvenceleri mevcut mu?

Bugün batıya yönelik söz konusu argümanlara dayalı yürütülen “PR çalışması” üzerinden, kimlik siyaseti ile sınıf siyasetine dair teorik ama boş tartışmalar kaplıyor ortalığı. Ertuğrul Kürkçü, milletvekilliğinin diyeti olarak diyor ki, “Öcalan’ın Ortadoğu vizyonu, Komintern’in ve Ekim Devrimi’nin doğu vizyonu ile aynı.” Basit bir işlem, basit bir analoji gerçek zannediliyor, bir illüzyonla Kürd hareketi kafadaki şablonda Ekim Devrimi’nin yerine yerleştiriliyor. Bu, Kürkçü’nün hiç Ekimci olmadığının, hayatının hiçbir evresinde Leninist bir mücadele vermediğinin de delili. Samanlık seyranmış hep meğer!

HDP içerisinde olan da olmayan da basit analojilerle işlerini yürütüyorlar. Analoji, teorik işlemde işe yarıyor ama gerçeğin ta kendisi zannedildiğinde, açmaza sürüklüyor. Örneğin Bülent Küçük, örtük olarak Lenin’in Ne Yapmalı? isimli çalışmasında ekonomistlerle yürüttüğü tartışmaya atıfta bulunuyor, analoji kuruyor ve orada “işçi sınıfı” sözcüğünün geçtiği yere “Kürd”ü koyuyor, böylece HDP dışı solu mat ve mas edebileceğini düşünüyor. Bu işlemle, HDP’yi eleştiren herkese “liberal” yaftası yapıştırma imkânı buluyor. Ekonomistlerin “işçi sınıfı salt ekonomik mücadele versin, siyaset yapmasın” lafına atıfla, kendince bugün de liberallerin “Kürd, Kürd mücadelesi versin, başka bir işle uğraşmasın” dediğini varsayıyor. Bunca taklaya gerek yok oysa: kendi partisindeki cümle liberal, kendi siyasetini Kürd üzerinden yapmakta epey mahir.

Söz konusu analoji denemesi üzerinden, bu tip isimlerin ağzından çıkan şu cümlenin de altı boş olduğu anlaşılıyor: “Kürdler proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” Bu, doğru yanlış, eksik fazla, bir biçimde sınıf siyaseti yürütme derdinde olana tahakküm kurma, onu kendi hegemonyasına tabi kılma amacını güdüyor. Sınıf siyasetinden gelen Veysi Sarısözen’in bugün Alman ve Fransız emperyalistlerinin kendisine silâh vermesini, peşmergeye vermemesini istemesi, ancak bu sayede mümkün olabiliyor. “Kürdler proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” önermesi, “ey sınıfçılar, fazla gevezelik etmeyin de Kürd’e biat edin, baksanıza sosyolojik olarak işçi dediğiniz de Kürd zaten” demeyi ifade ediyor. Tamam işçileri de siz alın ama işçi sınıfı mücadelesi vermek, burjuva iktidarını yıkmak ve proleter bir iktidar kurmak gibi arzularınız var mı? Yoksa bu tahakküm işlemi, Alman ve Fransız emperyalistlerinden silâh dışında sermaye ve kredi kartı almayı istemek anlamına geliyor olabilir mi?

Ortada duran tartı, önce karşı tarafı ölü sayısıyla ezmeyi, sonra da “ben siz ölmeyesiniz diye uğraşıyorum” deyip ikna etmeyi anlatıyor. “Ben o gün yaşasaydım, Mustafa Suphiler ölmezdi” diyen bir anlayışın, bugünde Suphilere özgü huruca izin vermesi mümkün değil. Kurulan analoji, fikrî düzeyde kabul görmüş demek ki: Çünkü Suphilerin Anadolu’ya gelmelerine ilk itiraz eden de, Kemalist cumhuriyetle açık ve gizli anlaşmış olan, Moskova ve Komintern!

Özal’ın diri tuttuğu 12 Eylül sendromu, özel olarak orta sınıflara hitap ediyordu. Aynı yaklaşımın bugüne sunulması, Gezi’yle yırtılan perdeyi tamir edecektir. O perdenin yırtılan yerinde Soma’nın ışığı görülür. Ama onu gören de bisiklet yolları, eski Kemalist Halkevci pratiği ile bu yırtığı dikmektedir.

Tartının bir kefesinde sınıf siyaseti, bir kefesinde de kimlik siyaseti durmaktadır. Kimliklerin proleterleşmesi, proleter kimliğin güç mücadelesi vermesi, bu tartıyla anlamsızlaştırılmaktadır. AKP’ye direnç gösterecek olan da budur: HDP’yi dölleyen rahim, maalesef, proleter kavga, kavgalı kimlik değildir.

Sınıf siyasetinin ve kimlik siyasetinin karşı karşıya getirilmesi, tartıya vurulması, küçük burjuva bir pratiktir. Kürd, gelinen noktada, sınıf siyasetinin alt başlığı olmayı içine sindirememekte, ülke bütünlüğünün basit ve tali bir bileşeni olmayı istememektedir. Alkış vak’ası sonrası HDP cenahında karşı tarafa yönelik yükselen öfkenin sebebi budur. Sınıf siyaseti de aynı şekilde Kürd’ün tahakkümüne direnmektedir. Bu da, sınıf içi dinî, millî kırılmaları; Kürd içi sınıfî mücadeleleri görmememize neden olacaktır. Kürd’ün mutlak bir bütün olarak muhafaza edilmesi istemi, efendilerle yürüyen müzakerenin ve kavganın gereğidir. Ama bu istem, ancak proleter bir kavganın yükselmesi şartıyla bir anlam kazanacaktır.

Silâh ve şehid sayısına indirgenmiş bir siyaset, bireyci, liberal tepkiler üretmeye mecburdur. Ölçünün oradan çekilmesi, kolektif, kitlesel yönelimleri önemsememekle sonuçlanır. Demirtaş’ın AKP seçmenine “halk” payesi verip diğer 48’e vermemesi, “AKP tabanından adam çalabilecek tek yapı HDP” yorumlarına neden olmaktadır. Bu yorumları ise kendi saçlarından tutup kendisini AKP tabanından kurtaran liberaller yapmaktadırlar. Bu ulvî çıkışın gerçekleşmesi ise ancak özel insanlara mahsustur. Bu özel insanlar, burjuva siyaset pazarında olmayı sever, orada yer kapmaya bakar, adam yurduna konulmak ister, paye almayı bekler, ikbalini gözetir, kariyerini parlatır, bireysel varlığını yüceltir, kendisine toz kondurmayacak pozisyonlar alır, hiçbir işe örgütlenemez, sadece kendi yaptığını tanır, bildiğini bilir, her şeye kendisi ölçüsünde değer verir ya da vermez vs. Böylesi bir bireyin halkı, CHP ve AKP’nin ötesinde, sömürüye ve zulme karşı herhangi bir biçimde direnen, varolmaya çalışan, mücadele eden herkesin teşkil ettiğini anlaması beklenemez. Ona el edilir, koşarak CHP’ye gider, işmar edilir HDP kapısını aşındırır. Burjuva siyaset alanını parçalayacak proleter siyasetin imkânlarını bu bireylerde değil, halkta bulmak zorunludur.

HDP, bu anlamda sadece etnik, dinî ve sınıfî varlığından sıkılmış bireylere hitap edebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz üzere, Nurtepe’de Cephe’ye yönelik saldırı, özünde örtük olarak PKK’ye yönelik bir saldırıdır. Cemil Bayık’ın Cihangir çıkışı da bu tespiti teyit etmiş, Cephe’ye edilen küfürler bu sefer Bayık’a yöneltilmiştir. Bu aşamada Bayık, “despotizm, gerontokrasi” gibi eleştirilerin muhatabı olmuştur. Yasakçılık eleştirisi, geleceğe yönelik olarak, PKK için dillendirilmiştir. Oysa Bayık da muhtemelen Kandil’i kenara iten kimi orta sınıf tavırları eleştirmektedir. Bu iç tartışmanın çeşitli mecazî ifadelerle süren seyrinde, Erdem Yörük’ün “evet doğru, HDP kenar mahallelere gitmeli” diye bozuk saat misali tekrarladığı cümle anlamsızdır, zira HDP, doğası gereği, kenar mahallelere gidemez. Yörük, kendi sosyoloji bilgisinin gerçekte bir karşılığının olduğunu zannedebilir ama o bilgi yekûnunun emekçinin canına, ruhuna değmesi mümkün değildir.

“Benim bedenim, benim kararım” diyen bir zihniyetin kendisini tek kolektif beden olarak kurduğu emekçi mahallelerine söyleyebileceği bir şey yoktur. Bu dönemde sırtını Kürd’ün kitlesel varlığına dayandırmış sosyolojiler, ampirisisttir ve boştur.

Eren Balkır
3 Eylül 2014

Dipnot:
[1] Ezgi Başaran, Demirtaş Söyleşisi, 2 Eylül 2014, Radikal.

IŞİD ve El-Kaide


IŞİD ve El-Kaide: Benzerlikler ve Farklılıklar

 

Suudiler, Irak-Şam İslam Devleti denilen olguyu tecrit etmek ve onu günümüz Arap politik kültüründeki unsurlarla (ya da Amerikan dış siyasetinin konuyla ilgili mirasıyla) ilişkisiz bir gerçeklik olarak sunmak için hararetli bir gayret içerisindeler.

Suudi prenslerine bağlı tüm propagandacılara (özellikle İngilizce) yazılar yazmaları ve (“Arap ruhu”, politik Arap halkı”, “Arap kültürü”, “Suriye ve İran rejimleri”, “Hizbullah’ın silâhları” ya da “Arap zihniyeti” gibi) muhtelif konularda IŞİD denilen olguyu suçlamaları yönünde kesin talimatlar veriliyor. Ancak bu çaba boşuna. Zira IŞİD de El-Kaide gibi Vehhabi Suudi ideolojisinin bir ürünü. Dünyayı kasıp kavuran muhtelif cihadî terörist örgütlerin arkasında bu ideoloji var. Ama ABD hükümeti bu bağlamda hiç suçlanmıyor: Cihadî canavarın doğumuna yol açan, Suudi Arabistan’ın Vehhabi ideolojisi ve onunla Soğuk Savaş (sonrasında da Irak’taki mezhebçi komplo) süresince kesişen ABD doktrini.

IŞİD ve El-Kaide, Suudi krallık ailesiyle aynı ideolojiyi paylaşıyor ama dış siyaset konusunda aileyle anlaşamıyor. Bin Ladin’in hikâyesi herkesçe biliniyor: Ladin, Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesine ve Suudi krallık ailesinin ABD’yi bölgedeki muhtelif ülkeleri işgale davet etmesine dek tüm Suudi prensleriyle arası iyi olan bir isimdi. Onun öncesinde Bin Ladin, Suudi Arabistan’daki politik yapının üst düzey üyelerinden biriydi. Bugün IŞİD’in kontrolündeki bölgelerde Suudi okullarında kullanılan aynı Vehhabi edebiyatına başvuruluyor. Katı hükümler içeren ama öte yandan şüpheli kabul edilen Hadislerden ve bu Hadislerin Muhammed ibn-i Abdulvahab tarafından yapılan yorumlarından oluşan Kitabu't Tevhid, IŞİD, El-Kaide ve Suudi Sarayı için bir tür “kutsal kitap”.

IŞİD ve El-Kaide, birbirine benziyor ama kimi yönlerden iki örgüt arasında belirli farklılıklar var. Aşağıdaki liste, bu farklılıkları ve benzerlikleri veriyor:

1) El-Kaide, hitabeti güçlü, karizmatik bir lidere sahipti. Bu lider, dost fanatikleri ve genç Arapları teşvik etme noktasında becerikliydi. Diğer yandan IŞİD ise karizmatik bir lidere sahip değil; halifesi, ilk televizyon konuşmasında çuvalladı mesela.

2) El-Kaide’nin merkezî idaresi Bin Ladin’in ve vekillerinin elindeydi, IŞİD’de ise, görüldüğü kadarıyla, kolektif liderliğe dayalı bir örgütlenme tarzı var.

3 Maurice Duverger’in politik partilerle ilgili yaptığı ayrıma sadık kalırsak; El-Kaide, gerçek müminleri arayan elit bir küçük örgütlenme, IŞİD ise (ki tehlike de buradan kaynaklanıyor) ülkeleri yönetmek isteyen bir kitle partisi/ordu.

4) El-Kaide, batılı hedeflere çarpıcı saldırılar düzenleme konusunda uzmanlaşmıştı, IŞİD ise korku salmak ve askerî zaferler elde etmek için korkunç görüntüler vermek istiyor. Suriye ve Irak’ta düşmanlarının kalplerine düşürdüğü korkuyu küçümsememek gerek.

5) IŞİD, kendi yurdunda savaş vermeye odaklanırken, Bin Ladin, ABD ve Batı ile mücadeleye odaklanıyordu.

6) Her iki örgüt de Vehhabi ideolojisini paylaşıyor.

7) İkisi de El-Ezher ve Riyad’daki dinî kurumlardan nefret ediyor.

8) İkisi de Müslümanları katletmeyi kolayca meşrulaştırabiliyor.

9) İkisi de internet (veya TV) üzerinden yürüttükleri propaganda faaliyetlerinde gençleri hedef alıyorlar.

10) El-Kaide eski tarz medyaya, IŞİD ise yeni medyaya bel bağlıyor.

11) IŞİD, gençler arasında kampanya yürütmeyi esas alıyor.

12) IŞİD, Bin Ladin’in gidip saklanması, sonrasında da öldürülmesi ardından, El-Kaide’nin yaşadığı kaderi yaşamaktan kaçınmak için, bir dizi ayrı bölgesel örgüt kuruyor.

13) IŞİD, sosyal medyada basit bir dil kullanırken, Bin Ladin, eski tarz Arapça hitabete başvuruyordu (11 Eylül sonrası yaptığı konuşma istisnadır, o konuşma Arap kamuoyunda lehte sonuç vermiştir.)

14) IŞİD ilkesel olarak El-Kaide’de değil, El-Kaide’nin mevcut liderlerini suçlamaktadır (bu noktada Ebu Muhammed Adnanî’nin Eymen Zevahirî’ye yazdığı mektuba bakılabilir). El-Kaide bugün ilkesel planda IŞİD’i suçlamaktadır.

15) El-Kaide, Suudi istihbaratının desteğiyle (ve Soğuk Savaş süresince, ABD’nin rızasıyla) kuruldu, IŞİD ise Suudi yönetimine muhalif (Suudi muhalif Bedrî İbrahim’in çalışmalarına bakılabilir.).

16) IŞİD, devleti ele geçirmek (ve onu kendi hilafetiyle bütünleştirmek), El-Kaide ise devleti nihai bir hedef olmaksızın yıkmak istiyor.

17) IŞİD şeriatı dayatmak, El-Kaide ise askerî cihad faaliyetlerine odaklanmak istiyor.

18) IŞİD, “İslam çözümdür” şiarına sarılıyor, El-Kaide ise, bombalamaların çözüm olduğuna inanıyor.

19) IŞİD’de bir finansal beyin var, El-Kaide ise Bin Ladin’in bağışlarına tabiydi.

20) IŞİD kontrolü altındaki yurttaşlara hitap ediyorken, El-Kaide ümmete hitap ediyor.

21) IŞİD ve El-Kaide insanları tekfir etme konusunda acul.

22) El-Kaide, cihadî gruplar arasında ittifaklar kurmaya çalışırdı, IŞİD ise dost cihadî grupları kendinden uzaklaştırmaya meraklı.

23) El-Kaide dış siyasete odaklanırdı, IŞİD ise iç siyasete odaklanıyor.

24) El-Kaide ve IŞİD, İsrail ile çatışmaya girme konusunda pek hevesli değil.

25) El-Kaide kısa erimli bir bölgesel tehditti, IŞİD ise görünüşe göre, uzun erimli bir bölgesel tehdit.

26) Her iki örgüt de Batı’nın (ilkin Afganistan’da, ardından Suriye’de) İslamcı şiddeti ve terörizmi cazip hâle getirmesi bağlamında oluştu.

27) İki örgüt de enternasyonalist.

28) El-Kaide’nin yazıları, IŞİD’e kıyasla, Suudi Sarayı’na görece daha az düşmandı, Ebu Muhammed Adnanî, Zevahirî’ye yazdığı o ünlü mektupta bu hususa işaret ediyor.

29) IŞİD, yazılarındaki iddialara karşın, adam toplama konusunda daha pragmatik: lider kadrolarının önemli bir bölümünü “eski” Baasçılar” oluşturuyor.

30) IŞİD ve El-Kaide, Körfez parasından dolaylı ve dolaysız olarak istifade ediyor.

Esad Ebu Halil
5 Eylül 2014
Kaynak