Kapitalizm, üretim alanındaki hâkimiyeti ile
insanlara ideolojik planda belli bir güç imgesi dayatıyor ve onları bu imgeye
kul ediyor. Doğanın kaotik yapısı karşısında, gündelik seyrin belirsizliği
içinde kapitalizm, burjuvazi dolayımı ile, güçlü olmayı öğretiyor.
Temelde mesele üretimde kilitleniyor. Kapitalizmi
nesnel planda analiz eden Marx’ın üretimin belirleyiciliğini tespit etmesi,
sömürülen-mazlum kitleler içine sızmış burjuva unsurlarca istismar ediliyor.
İşbölümü dâhilinde, güçlü olmak, doğaya karşı konumlanmak, doğaya karşı toplumu
ve insanı savunmak ise sosyalistlere düşüyor. Buradaki toplum ve insan kurgusu
burjuva ideolojisinin çeşitli kanallarına zaman içinde bağlanıyor. Üretimci
olanlar ve onun sürekliliğini savunanlar köşeleri kapıyor, onların sesi daha
fazla çıkıyor.
Özellikle Hristiyanlık’ta cinsel ilişki, üretim,
yani insan türünün üremesi ve devamlılığına indirgeniyor, dolayısıyla verimsiz,
bereketsiz ve üretim dışı kabul edilen belli bir tür cinsel ilişki ya
yasaklanıyor ya da zapturapt altına alınıyor.
Sosyalist akımlarda ise bunun karşılığı, işten
atılmış işçilerin ya da işsizlerin çalışan işçilere göre ikincil plana atılması
oluyor. Bu nedenle Londra, Paris ya da Tahrir’de isyan edenler “çapulcu”, hatta
“faşist” görülüp çöpe atılıyorlar.
Sosyalistler, üretim vurgusu ile burjuvaziye
yaranabileceklerini zannediyorlar. Burjuva devrimlerinin aklî çerçevesini çizen
aydınlanmayı “sosyalist” etiketi ile savunmalarının nedeni burada. Sosyalist,
üretimciliği, üretime dönük vurgusu ile kapitalizmin tayin ettiği güç
ilişkilerinde kendisine alan bulmaya çalışıyor. Sosyalizmin içi, burjuvazinin
toplum ve insan kurgusuna göre dolduruluyor. Bu tür sosyalistler için 1789
milat oluveriyor ve onun öncesinde bir tarihin yaşanmadığı iddia ediliyor. En
iyi ihtimalle burjuvazinin devrim yapmışlığı öne çıkartılıyor ve belli bir
yerde-zamanda burjuvazinin gelişkinliğine ilişkin teoriler havada uçuşuyor.
Sosyalistler, burjuvaların devrim yapmasını ya da kapitalizmin gelişimini
beklemeyi politika ve iş yapmak zannediyorlar.
Hristiyanlık’taki üretime ve türün devamlılığına
atfedilen kutsiyet, Kur’an meal ve tefsirlerine de yansıyor. Kur’an’da geçen “ashab-ı
meşeme” ve “ashab-ı meymene” bu minvalde yorumlanıyor.[1] Üretim, üretimin
sahibi ve hâkimi, üretimin salahiyeti açısından din yeniden tanımlanıyor.
Buradaki çatışmaların iktidar açısından zararsız bir biçimde geçiştirilebilmesi
için Müslümanlar şeklî, kuru, indirgemeci belli kalıplara hapsediliyorlar.
Böylelikle Müslüman, efendilerin üretim halesi ve dairesi içinde kalabilmek
adına, Kur’an’ı ve Sünnet’i terk etmek zorunda kalıyor.
Kur’an tefsirlerinde kasıtlı olarak “ashab-ı
meymene” sağcılar, “ashab-ı meşeme” de solcular olarak çevriliyor. Bu yorum,
solcuların da burjuva dünyasına girip yer kapma yarışında kendilerini kültürel,
ideolojik açıdan meymenetli, bereketli kılmaya zorluyor. Burjuvazi, sömürü
yoğunluğunu artırmak adına, şirket içi yönetici ve işçi eğitimlerinde eski
solcuları kullanıyor. Solcular, kapitalizmin açığını bilmekle koltuk
kapıyorlar. Akademiler buna göre örgütleniyor.
Kıvılcımlı’nın özgün çalışması Allah-Peygamber-Kitap da bu niyetten
bağımsız değil. O da belli İslamî kavramların yerine Marksist ya da sosyalist
kelimeleri ikame etmek suretiyle, Müslüman kitleye hoş görünmeye çalışıyor.
Yirmilerde tarikatlarla kurulmuş politik ilişkinin kesilmesini isteyen TKP
saflarında kalmanın günahını bu tür tevillerle örtbas etmek istiyor. Ama
olmuyor.
51 tevkifatında komünistler aleyhine devletin
hazırladığı iddianamede, komünistlerin Necip Fazıl ve Said-i Nursi ile birleşip
halk ayaklanması tertiplediği söyleniyor.[2] Komünistlerin böylesi bir temas
konusunda ne niyetleri var ne cüsseleri oysa. Ama bu, devletin mevcut korkusunu
ele veren bir tespit olarak iş görüyor.
Kıvılcımlı, Demokrat Parti döneminde Müslüman halk
kitlesi içinde bir nevi sol çalışma yapma gayreti ile Eyüp Sultan[3] vaazını
veriyor ama bu politik hamle 60 darbesini yapan askerlere verilen ideolojik
desteğe bağlanıveriyor. Sonuç olarak Kıvılcımlı, İslam ile sosyalizm arasındaki
köprüyü, üretim, bereket ve türün devamlılığı konusunda kapitalizmin ve
burjuvazinin sultasına boyun eğerek kurmaya çalışıyor. Bu, Müslüman mahallesinde
“yeşile boyanmış salyangoz satmak” anlamına geliyor.
Özetle, kapitalizmin doğaya karşı insana yüklediği
iddia edilen güç ve bu güce zemin sunan üretim, tüm ideolojik yönelimlerce
paylaşılıyor. Gelecek tasarımları dindarında da sosyalistinde de üretimci ve
güce biat eden bir içeriği ve biçimi koşulluyor. Medresede ya da imam hatibinde
verilen din eğitimi de sosyalist bir partinin okulunda ya da bilim yuvalarında
verilen bilimsel eğitim de burjuvazinin kapitalizmin tayin ettiği üretim
üzerindeki tahakkümüne biat etme noktasında ortaklaşıyor.
Mahalle Duvarları
O nedenle Antikapitalist Müslümanların 1 Mayıs
çıkışı, hem soldan hem de Müslüman kesimden saldırılara maruz kalıyor. Birileri
eşcinsellik ve halay meselesini, bir başkası Ak Parti sermayesinin saldırı ve
likidasyon ihtimalini öne çıkartıyor.
Üretim ve güç tasarımını ille de burjuvaziden
edinenler, Muhammedî kıyamı arkaik ve boş buluyor. En fazla liberal bir
edinimle, duvarları yıktığı için seviniyorlar.
Mao’nun tespiti ile, “eğer düşman alkışlıyorsa
bilin ki yanlış bir şeyler yapıyoruzdur.” Bu söz üzerinden, Antikapitalist
Müslümanların çıkışı Oya Baydar[4] gibi isimlerce alkışlanıyorsa ortada yanlış
olan bir şey vardır. Baydar gibi isimler, sol içinde burjuvazinin güç ve
üretimle ilgili konumunun temsilcileri olarak, sömürülen-mazlum kitlelerin
öfkesini etkisizleştirmek için görevlendirilmiş birer ajan olduğuna göre, bu
çıkışın ilgili isimlerce hoş görülmesinde tehlikeli bir yanın mevcut olduğunu
görmek gerekiyor.
Liberaller, efendilerine yönelik kütlesel,
kolektif çıkışları lime lime etmek, içini boşaltmak ve tecrit etmekle
görevlidirler. Bu anlamda mahalle duvarlarının yıkılması meselesini öne
çıkartıp buradan kaynayan sütün kaymağını yemek isteyenlerin ellerine vurmak
şart. Onlar en fazla “antikapitalist” ya da “sosyalist” Müslüman türü
çıkışların kendilerine ait “liberal İslam” vurgularını güçlendirdiği,
rasyonalize ettiği için önemseyebilmektedirler.
İhsan Eliaçık ve yoldaşlarının tarikat, cemaat ve
mahalle içine kısılmaması zorunludur ama mesele duvar yıkmaya
indirgenmemelidir. Bu liberallerin geçmişteki Berlin Duvarı ile ilgili
yangılarının onca Doğu Alman’ın batıdaki kapitalistlere ucuz işçilik yapması ve
köleleşmesi ile sonuçlandığı gerçeği hatırdan çıkartılmamalıdır. Sonuçta farklı
kesimlerden bir kesim, farklı renklerden bir renk olarak belli bir ortamda bir
arada durulabildiğinin gösterilmesi, en fazla sermayeyi memnun edecektir.
Son dönemde Ak Parti milleti şeriatla korkutup en
sığ liberalizme kul eden bir seyir izlemektedir. 19 Mayıs törenleri, tiyatrolar
ve eğitim ile ilgili tartışmalarda kimi solcuların şeriat ve din düşmanlığı
yapmak suretiyle yağ sürdükleri ekmekler burjuvalarındır. Mahalleden çıkıp
Taksim’e gelmek ilk adımsa ikinci adım Ak Parti’nin bu ideolojik ve politik
zemininden çıkacak kütlelerle bir olmak, gene o zeminde politik devrimci
faaliyet yürütmektir. Mevziler oluşturmak, olası ve vaki her türden kalkışmanın
içine girmek, yön göstermek, mazlumların ve sömürülenlerin iktidarına giden
yola yoldaş olmak lâzımdır. Aksi takdirde tüm çabalar efendilerin hanesine bir
biçimde yazılacaktır.
Netice itibarıyla Fatih Camii’nden yapılan çıkışta
Müslüman ahalinin kapitalizme bir direnç olarak ördüğü toplumsal-tarihsel
duvarların yıkılması ihtimali daha fazla öne çıkartılacaktır. Politik-ideolojik
mücadele, doğası gereği, sapla samanın ayrışmasını beraberinde getirir. Oya
Baydar’ın “yıkın” diye emrettiği duvarları korumak, “pekiştirin” dediğini
yıkmak gerekir. Ayıraç buradan çekilmelidir. Liberalin efendilerine yönelme
ihtimali barındıran şiddeti sönümlendirme[5] gayesi boşa düşürülmelidir. Sonuç
itibarıyla Müslüman halkın solun şiddete düşkün ve din düşmanı olması yüzünden
ondan uzak durduğunu söyleyen liberaller, dolaylı olarak Müslüman gençlere ayar
vermekte, devlet ve kontrgerilla projelerini unutturmakta, bu gençlerin
iktidarın yedeğinde vicdanî bir itiraz olarak örgütlenmekle yetinmelerini
telkin etmektedir.
Bu açıdan yürüyüşe İbda hareketinin temsilî olarak
gelişi bu dar ölçü ve ölçek dâhilinde anlamlıdır. İbda, genel açıdan İslamî
kesimdeki parçalılığı devrimci bir pratikle dikine kesmeyi kısmen başarmış bir
harekettir. Ancak önderlerinin mapusluğu ile hareket, aslına rücu edip devletle
derin ilişkileri olduğu iddia edilen korunaklı ve huzurlu bir cami
cemaatine/tarikat alanına çekilmiş, o da güç tasarımı itibarıyla “Ak Parti
kâfirdir” demeyi bırakıp, iktidara hayırhah bir tutum sergilemeye başlamıştır.
İçeriden, yoldaşça, naçizane bir tavsiye olarak
söylenebilir ki antikapitalist Müslümanlar devlete yedeklenme ile akamete
uğramış İbda hareketinin boşluğunu görmeli, oradaki birikimi kesebilmeli, en
azından oranın derslerinden istifade edebilmelidir. Askerî terimlerle ifade
edersek, cephe gerisi olarak belli mahalleleri örgütlemeli ama oraya angaje
olmamalıdır. En dipteki sömürülen, mazlum kesimlerin öfkeli sesine ortak
olabilmeyi, kendisini oraya örgütlemeyi bilmelidir. Solcu görünerek burjuva
dünyasına sıçrama gerçekleştirmek isteyen Müslüman entelektüellerin ya da Ak
Parti iktidarı döneminde kendisine nefes alabileceği yer açmak isteyen
solcuların mekânı olmaktan çıkmalıdır.
Zira en önemli tehlike, bu Müslümanca hurucun
giderek solculaşması ve solun batağına batması ihtimalidir. Ak Parti’yi
“firavun” ilân etmediği için bu hareketi eleştirenlerin dikkate alması gereken
husus burasıdır. Hareketin mahalleden tecrit edilmemesi zorunludur. Görülüyor
ki mahalle içinden saldırılar uç vermeye başlamıştır. Birileri, eskiden
komünistlere karşı devreye sokulan yöntemlerle, “Mülk Allah’ındır” tefsiri
üzerinden, küçük esnaf ve üreticileri İhsan Eliaçık ve arkadaşlarına karşı kışkırtmaya
başlamıştır. “Komünistler gelip malınızı elinizden alacak” yaygarası bu sefer
Eliaçık için kopartılmakta, hatta “komünistler Moskova’ya”[6] lafı onlar için
söylenmektedir. Bireysel mülkiyet düşmanlığı yaptığı söylenerek Eliaçık aforoz
edilmektedir. Eşcinsellik ve kadın meseleleri öne çıkartılarak bu çevre meşum ve
meymenetsiz addedilmektedir. Buna karşı yapılması gereken, solculaşmak, TV
kanallarına çıkıp birilerine hoş görünmek değil, mahallede kalıp orada, oranın
mevcut/olası ideolojik ve politik araçları ile mevziler örmektir.
Kimin Işığı?
Bugün örgütler her türlü aidiyetten kaçanların
huzurlu mekânlarıdır. Uzay filmlerine yansıyan, insanın yaşayabileceği özel
fanuslar türünden, toplumsal-tarihsel gerçekliğin çeşitli noktalarında her
türlü çelişkiden ve çatışmadan münezzeh cemaatler ve gettolar örgütlenmektedir.
Örgütlenmek, tabir olarak, bu cemaate ve gettoya duhul etmek ve huzur bulmakla
ilgilidir. Polisiye ve adlî vak’alar işin macerası, tuzu biberi gibidir.
Örgütten kasıt, belli bir yer ve zamandaki hareketliliğe, diyelim sınıf, devrim
ve/ya iktidar bağlamında öncülük etmek, oraya örgütlenmek değildir. Hâlihazırda
bir örgü vardır ve bu örgü tepedeki bir ya da birkaç kişi ile bütünlenerek,
yani tepenin t’sini alarak örgüt olabilmektedir.
Örgüt’lenmek, dışarının kaotik, belirsiz
niteliğini ezmek için vardır. Bu anlamda kaos denildiğinde ve kaostan kaçış
gündeme geldiğinde üretimci ideoloji burjuvazinin politik mevcudiyeti üzerinden
arz-ı endam eder. Dolayısıyla birkaç Müslüman’ın 1 Mayıs alanına gelişi saldırı
olarak kodlanır. En iyi ihtimalle, biraz da nizamat vermek derdiyle, mekânın
sahibi olduğu iddiası üzerinden, “hoş geldiniz” denilir. İnceden hizaya çekilir
ve “benim gibi devletin çilesini çekmeyi göze almıyorsan, özünde benim gibi
olmuyorsan kapı orada” denilmiş olunur. “Hoş geldiniz” demek, “burası bizim
kümesimiz” demektir. Oysa yıllarca Taksim’in özgürleştirilmesi için verilen
mücadele, Taksim’in bizim gibi olanların eğlenebileceği, rahatça
yürüyebileceği, akşamına sokakları kaplayıp panayır havasında, elde bira ve
şarap şişeleri, dans edilebileceği bir mekâna dönüştürülmesi için değildir. (“1
Mayıs birlik ve mücadele günüdür, bayram değildir” diyen sol örgütlerin miting
sonrası, hatta miting devam ederken Beyoğlu’nun barlarını ve meyhanelerini
büyük bir şevkle doldurmuş olması traji-komiktir.) Onca yılın direnişi ve
eylemliliği öncü niteliğindedir ve belli ölçüde alana, hatta 1 Mayıs’a dahi
gelemeyen kütlelere yer açabilmek, orayı özgürleştirmek içindir. Mesele, Taksim
ve Beyoğlu’nun burjuva dünyasına bağlanmak, orada yer bulmak, oraya girmeye
utanan emekçinin koluna girmek değil, varoşların, fabrikaların, kampusların ve
mahallelerin öfkesini düşmanın gözüne sokmaktır.
Burjuva dünyasına bağlı kalmak, oraya yuvalanmak,
orada nefes almak, her şey, hayatta kalmak içindir. Örgütlerin de hayatta
kalmak derdiyle böylesi bir pratik içine girmeleri, burjuva ideolojisinin
çeşitli versiyonlarının kitleye nüfuz etmesi ile sonuçlanır. Devrim,
aydınlanma, modernizm ve 1789’a kilitlenmiş bir tarih algısı ile onu önceleyen
tüm tarihsel-toplumsal çıkışlar düzlenir. Oysa 1789, tüm bu çıkışların elde
ettiği kazanımların burjuvazinin sofrasına peşkeş çekildiği tarihtir. Demek ki
1 Mayıs kürsüsünde Müslüman gençlerin selâmlanmasını, yediği burjuva hurmaların[7]
kaşıntısı sonucu tepkiyle karşılayanlar burjuva sofrasında oturmaya ahdetmiş
öznelerdir.
Zira özne olmak bile burjuvaziye göre tanımlı ve
var olabilen bir şeydir. Liberaller, özneliğin ölçü ve ölçeğini bireylikten
çekerler, doğası gereği, dinî ve millî varoluşları inkâr ederler, hızlarını
alamayıp sınıfî olanı da hedef tahtasına koyarlar. Mahcup liberaller olarak
sosyalistler ise sınıfı bireyin mecazı, örtmecesi olarak kodlayıp sınıfî olanı
savunurmuş görünürler ama örneğin Müslümanların alana gelişini sınıfa, esasında
burjuva bireye bir saldırı olarak görüp reddederler.
Bu Müslüman gençlerin 1 Mayıs alanına gelişini
“bunların televizyonda kanal kanal gezdirilmesinden huylanmak gerek” diyerek
boşa düşürmek isteyen TKP çevresi, kendi şeflerinin Mesut Yılmaz ve Avrupa
Birliği ilişkileri bağlamında kanal kanal gezdirilmelerini, Sabih Kanadoğlu’nun
esasen yasak olan partinin kuruluşuna “bu bizim bildiğimiz KP değil,
Avrupa’daki örneklerine benziyor” diyerek cevaz verişini unutmuşa benziyor.
Yirmi yıldır solu, kahve geyiklerinin bir unsuru
olan "CHP-ML"yi de içerecek biçimde, ele geçirme, o sola ipotek koyma
ve total olarak hükmetme dışında herhangi bir teorik, ideolojik ya da politik
katkısı olmayanların Müslüman’a dönük tepkisi de en fazla “sirkatin söylemek”
şeklinde somutlaşıyor. Yani kendisi total olarak solu ele geçirmeye ve ona
hükmetmeye çalışıyor, dönüp kütlesini “ülkedeki her şeyi tahakküm altına almak
isteyen dincilerin bir oyunu bu” diyerek korkutmak istiyor. Bir süre oynamaları
için kendilerine bir oyuncak verilmiş olan kadrolar, bu oyuncağın başkaları
tarafından çalınabileceği olasılığı ile korkutuluyor ve şefe biat böylelikle
pekiştirilmiş oluyor. Tarikat şeyhinin “İslam elden gider” korkusunu yayması ve
kamulaştırması gibi bir şey bu.
Tarihi 1789’dan, toplumu bir dönemin Fransız’ından
ya da İngiliz’inden başlatmak sorunludur. Esasında Marx, Fransız Devrimi
sonrası, “bundan başka devrim olmaz” ya da “bundan başka devrim olmasın”
diyenlerin toprağa gömüldüğü momentin bir ürünüdür. Dolayısıyla teorik,
akademik düzeyde kim ne türden eksik ve zaaf bulup onu kenara itmeye çalışırsa
çalışsın, Marx devrim demektir. Kim devrim diyorsa ona bir biçimde değmek
zorundadır.
1789’un ışığı ile kör
olmuşlar ile 1789’un ışığını köreltmek isteyenler arasında tercihte bulunmak
Marksistlerin işi olamaz. Marksistlerin işi devrim’cilik değil, devrim
yapmaktır. Devrim de belli bireylerin hezeyanlarından ya da masa başı
kurgularından bağımsız, kolektif kitlelerin sınıfî, millî ve dinî tüm
bayraklarını iktidara giden yolda ortaklaştırma meselesidir.
Eren Balkır
8 Mayıs 2012
Dipnotlar
[1] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos
2011, İştirakî.
[2] Walter Z. Laqueur, Communism and Nationalism in the Middle East, Frederick A. Praeger,
1956, s. 205-217. Türkçesi: “Sovyetler,
Türkiye ve TKP”, 21 Ocak 2012,
İştirakî.
[3] Hikmet Kıvılcımlı, “Eyüp Sultan Konuşması”, 1
Ekim 2010, İştirakî.
[4] Oya Baydar, “1 Mayıs’ın Ardından Başbakan’a
Acil Şifa Dilekleriyle”, 2 Mayıs 2012, Demokrat Haber.
[5] Hüseyin Okan Durmuş, “Anti-Kapitalist
Müslümanlar”, 3 Mayıs 2012, Milliyet.
[6] Akif Altunbaş, “Doğru Yolun Antikapitalist
Sapık Müslümanları, “8 Mayıs 2012, Haber7.
[7] Alper Birdal, “Antikapitalist Müslümanlar ve
Bugün Yenen Hurmalar”, 4 Mayıs 2012, Sol.