31 Ocak 2012

, ,

İştirakiyyun Fırkası: İlk Huruc

II. Enternasyonal’in 1907 tarihli Stuttgart Kongresi’nde ana gündem, sömürgeler meselesidir. Tartışmanın bir tarafında duran isim, Hollanda sosyalistlerinin, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin lideri Henri van Kol’dur. “Barbarlıktan sosyalizme sıçramak imkânsızdır.” diyen ve “sosyalist sömürgeler”den söz eden van Kol, gelen itirazlara şu şekilde cevap verir:
“Kongre, genel anlamda sömürge politikasının özellikle işçi sınıfı için faydalı olduğu tespitini abartılı bulan düşünceyi tasdik etmektedir. Ancak kongre, sömürge politikasının sosyalist bir rejimde medenîleştirici bir etkisi olabileceğinden, ilkesel olarak ve tüm zamanlara teşmil edilecek biçimde, her türden sömürge politikasına karşı çıkmamaktadır.”[1]
Kongredeki bu tartışmada Lenin, kendi kılıcını sallar. “Sömürgelerin kapitalizmin yumuşak karnı” olduğunu tespiti eden Lenin, “buraların endüstrileşmiş Avrupa’ya kıyasla görece daha önemli bir devrim alanı” olduğunu söyler ve van Kol gibilerin burjuva niteliğini ifşa eder.
Bu dönemde sömürgelerinden gelen destekle Avrupa emperyalizminin işçi sınıfını susturmayı bildiği iddia edilmektedir. Bu durağanlaşmaya ve sosyalist siyasete sirayet etmiş olan sosyal şovenizme karşı Lenin, Emperyalizm isimli broşürü ile bir hat çeker. Lenin, Çin’de ve Asya’nın birçok yerinde yaşanan ayaklanmalarla temas kurar, Avrupalı yoldaşlarına enseyi karartmamalarını söyler ve onlara yüz milyonlarca doğulu yoldaşının olduğunu hatırlatır. 1913 tarihli Asya’nın Uyanışı[2] makalesinde, “Asya’nın uyanışı ve Avrupa’daki ileri proletaryanın iktidar mücadelesi, Dünya tarihinde bu yüzyılın başında ortaya çıkan yeni aşamanın bir simgesidir” demektedir.
Nihayet Ekim Devrimi gerçekleşir ve Lenin, devrimin Moskova-Petrograd hattına sıkışması tehdidine karşı doğudaki imkânları değerlendirmeye yönelir. Başta İngilizler olmak üzere dünya emperyalist güçlerinin ablukasına ve içteki Beyaz Ordu güçlerine dönük desteklerine karşın bolşevik liderlik, dış ilişkilerde ekonomik, politik, diplomatik ve askerî kimi nefes kanalları açmak için gayret sarf eder.
Burada emperyalistler arasındaki rekabet istismar edilmekte, bir yandan da Avrupa’dan gelecek devrim haberleri beklenmektedir. Ne Yapmalı?’nın “saldırıda savunma hattı” örmekle bir ilişkisi varsa, ilgili dönemde kaleme alınan Sol Komünizm de bir anlamda “savunmadaki saldırı hattı”nın şekillendirilmesine dönüktür.
Bu tartışmaların kanlı canlı yaşandığı devrimi takip eden birkaç yıl süresince, önemli işaretler vermesine karşın, Almanya’daki devrim gerçekleşmez. Kısa vadede Moskova, Almanya hükümetinin geri adım atmasına yönelik hamle yapar ve kendisi açısından önemli kayıpları göze alarak, Brest-Litovsk Anlaşması’nı imzalar. Bu yakınlaşmanın farklı bir düzlemde başka bir yansıması daha olur.
Bu dönemde 1918 sonu Almanya’ya kaçmış olan ittihatçı liderler, Troçki’nin önemli fikir babalarından olan ve ittihatçılarla bir dönem çalışan Parvus aracılığıyla, o dönemde hapiste bulunan ve barış havası sonucu kendisine özel hücre tahsis edilen Karl Radek ile görüşürler.
Radek’in niyeti, özellikle Talat’tan, Almanların ve Osmanlı’nın miras bıraktığı doğudaki imkânlardan faydalanmaktır. Karşılıklı beklentiler ve hesaplar üzerinden bu anlaşma sağlanır ve Enver Moskova’ya gider. 1919 başlarında eski gizli örgüt Teşkilât-ı Mahsusa’nın isim değiştirilip yeniden organize edilmesi suretiyle teşkil edilen İslam İhtilali Cemiyetleri İttihadı artık bolşeviklerin hizmetindedir.
Talat Paşa ve Enver Paşa arasındaki fikir ayrılıkları bu dönemde netleşir. Talat, batı ile uzlaşmadan yanadır. O, ittihatçıların “Selânik ocağı”nı, Enver ise “Manastır ocağı”nı elinde tutmaktadır. İlki hareketin fikrî, ikincisi amelî omurgasıdır.
1908’den sonra ittihatçı hareketi gizli dağınık örgüt olmaktan çıkartıp partiye dönüştüren, devletlîleştiren Talat için Enver’in planları sorunludur. Kendisi Anadolu’ya bir halef bırakıp dış ülkelerde anlaşma zeminleri aramaktadır. Bu halef Mustafa Kemal’dir.
Bugün genelde ittihatçılık “istenmeyen evlat” derekesinde ele alındığından, kemalistler ve liberaller, ittihatçı karşıtlıklarını dönemin değerlendirmesine teşmil ettiklerinden, bu noktada başlangıç anlamında, Türkiye Cumhuriyeti “ittihatçılardan kopuş” olarak resmedilmektedir. Bu, Atatürk’ün “Allah” yapılması için şart gibidir. Oysa ittihatçılık, tüm maddeye, tarihe ve topluma direnen, değişmeden kalan metafizik bir olgu değildir.
İttihatçı hareketin içinde Thomas More’dan esinlenerek komünal köy kurmayı düşünen Tevfik Fikret gibi isimlere rastlanmaktadır. Şair ve arkadaşları paraları yetmediği için Yeni Zelanda’ya gidemezler ancak Manisa’da arazi alıp bir süre burada yaşarlar.
Genelde Balkan Savaşları’nın ittihatçılıktaki Fransız sosyalizmi ile Rus Narodnizmine yakın duran “halkçı” çizgisini devletçi ve Türkçü bir yere çektiği söylenir. Kaybedilen Balkanlar’ın ikamesi Türkistan’a, hatta Hindistan’a dek uzanan hattır. Ekim Devrimi’nin hareketi kendi ilk kaynaklarına, Balkanlar’da gerilla oldukları, oradaki Rum, Yahudi ve Bulgar işçilerle ilişki kurdukları, II. Enternasyonal’e delege gönderdikleri dönemi diriltmiş olma ihtimali mevcuttur. İstanbul’daki Teşkilât-ı Mahsusa’nın yeni örgütlenmesi Karakol’un başı olan Kara Vasıf’ın Sivas Kongresi’nde ABD mandası talep edip, sonrasında İstanbul ve Ege’de İslam dünyasına has bir bolşevizmde karar kılması bunun göstergesidir. Bu, aynı zamanda dönem dâhilinde Wilsonist ilkelerle Leninist ilkelerin rekabet içinde olduğunun da delilidir.
Enver Paşa, İslam İhtilali Cemiyetleri İttihadı adına M. Kemal’e yazdığı mektupta, “hepimiz komünist olmalıyız” demekte, “Rusya’da komünistliğin sönmek üzere olduğunu görürsek, onu da ihya edecek yardımlardan geri durmamalıyız, kanaatindeyim” diye de eklemektedir. Komintern başkanı Zinovyev de İttihad’ı “komünist olmayan ama devrimci olan bir örgüt” olarak anmaktadır.[3]
1919 Nisan’ında ise Enver Paşa, Cemal Paşa’ya İttihad’ın şu programatik ilkelerini iletir:
“İslam milletlerinin kurtuluşu, Avrupa’nın emperyalist kapitalist olması sebebiyle sosyalistlerle teşrik-i mesai, dinin esaslarına uyması şartıyla, kurtarılan memleketlerde sosyalizmi kabul, İslam’ın kurtuluşu için devrim de dâhil, tüm araçların kullanılması.”
Kendisine de bildirilen bu örgütlenmeyi M. Kemal kabul eder, ama merkezin Moskova olmasına karşı çıkar. “Panislamizm” diyerek Rusları korkutmak yerine, “anti-emperyalist” yaftasının öne çıkartılmasını önerir. İttihad, bir tür “müslüman Komintern” şeklinde düşünülmektedir. Sonradan İttihad’ın Türkiye seksiyonu olarak Anadolu’da Halk Şuralar Fırkası kurulur. Enver’in fazla Türk bulunması sebebiyle, bu harekette çözülmeler olduğu iddia edilir.
Bu ittifakta Enver, bolşeviklerin müslüman âlemde çalışmaları noktasında kendisine dönük ihtiyaçlarının farkındadır. Çarlık askeri iken bolşevik safa geçen askerler için kullanılan tabirle, Lenin de onun hakkında şu tespiti yapmaktadır: “Bu kırmızı turba güven olmaz, ama özellikle İslam âleminde onunla birlikte iş yapmak gerekmektedir.”
Bolşevikler, öncelikle eski Çarlık Rusya bakiyesi topraklardaki müslüman ahali içinde çalışma yapma noktasında Enver ve Sultan Galiyev gibi isimlere ihtiyaç duyarlar. Özellikle Kafkasya odaklı çalışmalarda, bolşeviklere din ve millet ekseninde şekillenen esaslı bir itiraz mevcuttur. Pavloviç bu hususta, “dine bağlılığı sebebiyle Türk halkı komünizmi benimsemiyor” demektedir. Öte yandan da bu, “ilkellikleri aşikâr olan bu Türkistan bölgesinde çalışma talimatını reddeden”, bir ara Komintern genel sekreteri olmuş Angelica Balabanova gibilerde görülen kimi avrupamerkezci yaklaşımların hüküm sürdüğü bir dönemdir.
Doğuya dönük çalışmaları başlatan bolşevik kadrolar arasında Mayıs-Temmuz 1919 gibi Avrupa’da devrim fikri hâkimdir. 1920 Yaz’ı Polonya saldırısı başarısız olunca yüzler doğuya döner. Bu dönemde “dünyanın tüm işçileri ve ezilen halkları birleşin” sloganı şekillenmektedir. Lenin, “Sovyet Rusya’nın müdahalesi ile sömürge hareketleri kapitalizme bulaşmadan sosyalist olabilir” fikrini geliştirir.[4]
Komintern’in II. Kongresi, Temmuz 1920’de toplanır. Temel olarak sömürge ve millet meselelerinin tartışıldığı bu kongrede Lenin, iki isimle yaptığı tartışmalar üzerinden, konuyla ilgili tezlerini netleştirir. İlk isim, Hollandalı Henk Sneevliet’tir. Müstear adı ile Maring, 1911 gibi, batik işçilerinin İslamî söylem üzerine kurduğu bir sendikal hareketin hüküm sürdüğü Doğu Hint Adaları’nda sosyalist bir örgüt kurmuştur. Hareket, sonrasında önceleri Çin yayılmacılığı, ardından Hollanda emperyalizmine karşı bir tepki olarak örgütlenmiş Sarekat İslam içine sızar.[5] Önemli mevziler elde edilir.
Lenin’in tezleri hazırlama aşamasında Maring’in bu tecrübeleri önemli rol oynar. Temelde sömürgelerdeki kurtuluş mücadelelerinde burjuvazi ile ittifak yapılmasına ilişkin meselenin tartışıldığı kongrede Sneevliet’in tezleri Lenin üzerinden büyük ölçüde kabul görür. Maring, tartışma dâhilinde belli bir denge bulmak adına, “madem bu doğulu devrimcileri beğenmiyorsunuz, eğitim çalışması yapalım o vakit” diyerek KTUV olarak bilinen okulun kurulmasını önerir.
İlgili kararlara şerh düşen, bu politikayı reddeden isim ise Mahabendtra Roy’dur.[6] Genç yaşta mücadeleye atılmış bir isim olan Hindistanlı Roy, sürgün edilmiş, Meksika’ya gidip orada komünist parti kuruluş çalışmalarına katılmıştır. Sonra Avrupa üzerinden Moskova’ya gelir. İtirazında belli ölçüde Avrupalı komünistlerin sesi yankılanmaktadır. Komintern'deki İtalyan delegesi Serrati, “ben bu zamana dek burjuvazi ile her şekilde hesaplaşmak gerektiğini savundum. Bu kararın altına imza atmam” demektedir örneğin. Avrupalı komünistler, konjonktürü, coğrafyayı ve hedefleri karıştırmaktadır bir yanıyla.
“İngiltere’nin Aşil topuğu, sömürgelerdir” diyen Karl Radek, “Hindistan’ı çıkartın, İngiltere imparatorluk olmaktan çıkar” tespitini yapmaktadır bu dönemde. Troçki de Haziran 1920’de Çiçerin’e yazdığı mektupta, doğu meselesinin emperyalizmle pazarlık yapma noktasında kullanılmasını önermektedir. Ona göre, doğudan hiçbir şeyin çıkmayacağı kesin gibidir.
Ama genel bir bakışla, sürecin bir yanıyla devletlî katta akan bir yanı mevcuttur. Bolşevik önderlik, devletler sistemi içinde yer bulma gayretindedir. Barış görüşmeleri, taktikler, bilcümle gizli-açık görüşmeler, bu minvaldedir. Ama temelde dünya devrimi, uzun soluklu hedef doğrultusunda unutulmuş da değildir. Moskova, Buharin ağzından, Rusya’nın “doğu ile batı arasındaki uzlaşma köprüsü” olduğunu söylemektedir. Burada açıktan batı emperyalizmine dönük aba altından sopa gösterilmekte, “sömürgelerinizi kopartırız sizden!” denilmiş olmaktadır. 1919 Mart’ında yapılan I. Komintern Kongresi’nde, “Afrika ve Asya’nın sömürge köleleri! Avrupa’da proletarya diktatörlüğünün kurulduğu saat, sizin kurtuluşunuzun saati olacaktır!” denilmektedir.[7] Avrupa’da devrim beklentisinin suya düşmesi ile II. Kongre doğuya odaklanır ama bu yönelim, esas olarak üzerine gelen emperyalizmi zayıflatma ve bu yönde masada koz elde etme amacını gütmektedir.
Komintern’in kuruluş kongresinden çok önce Lenin şu tespiti yapar: “Savaş esirleri arasında yapılan çalışmalar, üçüncü enternasyonal yaratmak için yapılanların gerçek temelidir.” Doğu ve batıdan gelen esir askerler arasında yapılan ajit-prop faaliyetin baş aktörü ise Mustafa Suphi’dir.[8]
1883 Giresun doğumlu olan Mustafa Suphi, Fransa’daki eğitiminin ardından İstanbul’a döner. Burada önemli ölçüde 1905 Rus devriminin tesiriyle politikleşmiş ve Türkî diyarların kurtuluşu gayesiyle faaliyet yürüten Yusuf Akçura’nın etkisi altındaki, ittihatçılardan kopma Millî Meşrutiyet Partisi’ne girer. Başbakana yönelik suikast üzerinden tutuklanıp Sinop Cezaevi’ne gönderilir. Burada “İslamî sosyalizm” olarak ifade edilebilecek görüşlere sahip, Melâmî tarikatına mensup bir din adamının etkisi ile ittihatçıların görece “uluslararası masonizm”ine yanıt olarak Türkçü-İslamî bir “masonizm” fikri geliştirir. Bir yıl sonra 1914’te Rusya’ya kaçar. Burada esirler arasında yürütülen bolşevik propagandanın etkisiyle komünist olur. RSDİP’e kaydolur. Ekim sonrası Tatar-Başkırt Türkleri ile Moskova’da Yeni Dünya isimli bir gazete çıkartır. 25 Temmuz 1918’de Müslüman Halklar Komiserliği talimatı ile Moskova’da Türk iştirakiyyun kongresini toplar. Suphi’nin bağlı olduğu Müslüman komiserliği, işlevini şu ifadelerde somutlamaktadır:
"Esas kitlesi müslüman olan doğu halklarının dilini en iyi bilen ve o halklara mensup olan biz komünist müslümanlar, kendimizi bu eylem dâhilinde faal bir bileşen olarak rol oynama noktasında yükümlü hissediyoruz. Bu sebeple RKP(B) Merkezî Müslüman Bürosu, bir enternasyonal tertip etti ve bir propaganda departmanı kurdu, doğu halklarının kendi dillerinde broşürler yayımladı, kadrolar, propagandacılar ve ajitatörler hazırladı, bu alanlardaki çalışmalar için tüm müslüman komünistleri davet etti. Büronun umudu, bir aile olan dünya işçileri ile tüm mazlum halkları birleştirmektir.”[9]
O dönemde katıldığı bir toplantıda, “İngiliz-Fransız kapitalizminin beyni Avrupa’da, ama bedeni Asya ve Afrika düzlüklerinde uzanıyor.”[10] tespitini yapan Suphi, sonradan Milliyetler Komiserliği Doğu Halkları Merkez Bürosu Türk Seksiyonu başkanı olur. Bu Türk seksiyonu, muhtemelen takip eden yıl içinde Türkiye İştirakiyyun Teşkilâtı’na dönüşür. Kırım, Batum, Taşkent ve Kazan büroları oluşturulur. “Parti” yerine “teşkilât” denilmesinin nedeni, partinin esas olarak memlekette kurulması ya da olması gerektiğine dair fikrin hâkim bir nitelik arz etmesidir.
Suphi, 22 Ocak 1919’da Kırım’a gelir. Burada Müslüman Komünistler Bürosu’nu kurar. 1918’deki kurultayın kararı olarak kurulması öngörülen Türkiye İştirakiyyun Teşkilâtı’nın ön örgütlenme çalışmalarını yapar. Anadolu'yla ve İstanbul’la temas kurulur. 23 Nisan’da Beyaz Ordu buraya saldırınca Mayıs'ta Odesa’ya gider. Mart 1919 tarihli Komintern kongresine TİT’in temsilcisi olarak katılır. Buradan iki grup Anadolu ve İstanbul’a gönderilir. Taşkent’te Türk Kızıl Ordusu teşkil edilir. 28 Nisan’ında Azerbaycan sovyetleşir. Ardından Suphi, 27 Mayıs 1920’de Bakû’ye gider. 12 Haziran’da üstlerine verdiği raporda, Bakû’deki ittihatçı TKF’yi tasfiye ettiğini, Azerbaycan KP’sine bağlı Bakû TİT’ini kurduğunu anlatmaktadır.
İttihatçıların Türk Komünist Fırkası, 11 Nisan 1920’de kurulmuştur. Karl Radek, doğu müslümanları ile temas kurmak için Enver Paşa’yı görevlendirmiştir. Bu aşamada Kafkaslar genel üs olarak görülmektedir. İttihatçılar, Balkanlar’ın kaybedilmesinden sonra yeni Osmanlı toprağı olarak göz diktikleri Kafkaslar ve Türkistan’da faaliyet yürütmektedirler. Bu noktada bolşeviklerle ittihatçılar arasında İngiliz karşıtı bir yakınlaşma söz konusudur. Azerbaycan da ittihatçıların katkıları ile ele geçirilir. TKF bir istihbarat noktası olarak kullanılır. Parti, bir yanıyla neoittihatçıların, yani kemalistlerin Moskova ile bağlantısı olarak da görülmektedir. İttihatçılar Ekim’den etkilenirler ama bu etkilenme daha çok jeostratejik bir nitelik arz etmektedir.
Anadolu’da ise yenilgi sonrası doğuya yönelme politikası vakidir. Büyük olasılıkla Moskova-Londra anlaşması sonrası dengeler değişir ve Moskova Anadolu karşılığında Kafkasları alır. Churchill’in yaklaşımı budur. O, savaştan yana değildir. Anadolu’yu İngiliz yurdu kılma derdindedir. Önceden kışkırtılan Yunan güçleri arkadan bıçaklanırlar. İddialara göre, İngilizler savaşın Türk tarafına Yunan karşıtı istihbarat temin etmişlerdir.
Tasfiye ettiği TKF’den eski ittihatçı, yeni Kemalist Fuat Sabit, 13 Ağustos 1920’deki TİT Bakû toplantısında Suphi’yi Anadolu’ya çağırır ama sonradan onun Anadolu’ya girmemesi için de elinden geleni yapar. Suphi’nin yakınında ittihatçı ve kemalist ajanlar mevcuttur. Fuat Sabit, sonradan Erzurum’da yanından kaçacak olan Mehmet Emin ve Süleyman Nuri bu isimler arasındadır. Suphi, ittihatçı TKP’nin tasfiyesi sürecinde bir anlamda sorguladığı Fuat Sabit’e onun komünist olmadığını söyler ve kemalist hareket hakkında şu ifadeleri kullanır:
“Gelgelelim bu kuvvete yardım edeceğiz. Ancak uzun zamanlardan beri zulüm altında ezilen Anadolu rençberini kurtarmak için paşalara şöhret kazandırmak, bir hizb-i kalîl-i müstebidi (kıymetsiz despotlar partisini] âmir etmek için değil.”
Türkiye İştirakiyyun Teşkilâtı, “Rusya’daki örgütlerin delegelerinin ve Türkiye’den gelecek delegelerin katılacağı bir kongre yapılması”nı kararlaştırır. Bu kararın ardından teşkilâtın merkez bürosu, planlanan kongrenin yeri ve tarihini belirleyerek, 25 Haziran 1920 tarihli bir yazıyla Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden 1 Eylül 1920’de Bakû’de toplanması düşünülen kongre için yardımlarını talep eder. TİT’in yayın organı Yeni Dünya gazetesi, Temmuz 1920 sayısında “Eylül başında Bakû’de Türkiye İştirakiyyun (Komünist) Teşkilâtları’nın kongresi başlayacaktır.” müjdesini verir.
“Yirmilerin başında bolşevik politbüro, doğudaki bir dizi ülkede muhtelif faaliyetler içine girer. Her durumda esas olarak üç oyuncu mevcuttur sahnede. Esas oyuncu, dış siyasî faaliyetleri planlayıp uygulaması sebebiyle, bu siyasetin tüm farklı yüzeylerini doğal olarak bilen Moskova, ikinci oyuncu, kendi dış ilişkilerini doğası gereği bilen ve Kremlin ile yereldeki komünistlerin arasındaki bağlantıların gayet net farkında olan yereldeki burjuva milliyetçi hükümet, üçüncü oyuncu ise Moskova ile kendi ülkesindeki burjuva milliyetçi hükümet arasında neler olup bittiğini bilmeyen yereldeki komünist parti.”[11]
Temmuz’daki II. Komintern Kongresi kararları uyarınca doğu halkları kurultayı toplanılmasına karar verilir. 20 Temmuz’da esas olarak Ermeni, Türk ve İran halklarına yönelik çağrı yapılır. Sonrasında bu kurultayın kapsamı genişletilir. Kurultay, 1-8 Eylül tarihleri arasında Bakû’de gerçekleşir. Katılımcılar üzerinde Enver Paşa’nın ciddi bir tesiri vardır. İki gün sonra Suphi ve yoldaşları TKP’yi kurup parti faaliyetlerini Anadolu’ya taşıma kararı alırlar.
Bakû Kurultayı, İngilizlerle pazarlık gayesi ile yapılır. Sovyetler, kendisinin tanınması, askerî, ekonomik ve politik sıkışmışlığını aşmak için İngilizleri anlaşmaya zorlamak derdindedir. Bu amaçla İngilizlerle çatışma ihtimaline yol açacağı öngörüsü ile İran’daki tüm ilişkiler kesilir. İran boşaltılır ve ülke, Rıza Şah’a teslim edilir. Küçük Han tasfiyeye maruz bırakılır. Aynı dönemde Çerkes Ethem’in de tasfiyesi söz konusudur.
Eşzamanlı olarak ittihatçıların bolşeviklerle kurdukları ittifak da boşa düşer. Bir anlamda M. Kemal, İngilizlere “bırakılan” Anadolu’da kendi iktidarını pekiştirme imkânı bulur. Daha öncesinden Suphi’yi Anadolu’ya çağıran, "ne yapacaksanız gelin, burada, hükümetin çatısı altında yapın” diyen M. Kemal, konjonktürel olarak önündeki fırsatı değerlendirir. Tertibata başlar. 15 Aralık’ta izinler alınır. 28 Aralık’ta Suphi ve yoldaşları Kars’a gelirler.
14 Aralık’ta İran-Meşhed’deki İngilizler, Lenin’in muhtemelen Suphi’lere yönelik ya da onlarla ilgili olarak çektiği şu telgrafını bulurlar. Burada dile getirilen görüşler, ilerleyen süreçte, önce İngilizlerle, ardından Türklerle imza edilecek olan anlaşmalardaki “komünist propaganda yapılmayacak” hükmüyle çelişir niteliktedir ki aslolarak gerilime de bu çelişki yol açmış görünmektedir:
“Türkiye’de özellikle Mustafa Kemal’in ordusunda Sovyet propagandası yapılması için çok ısrar edilmeli ve kemalistlerin ikiyüzlü subaylarının iç yüzünü ortaya koymalısınız. Türk komünistleri Antanta’ya karşı bir Rus-Türk bağlaşması için geniş çaplı bir kampanya açsınlar.”
Lenin’in bu telgrafı şu tespiti ile tutarlıdır:
“Biz komünistler, sömürge ülkelerdeki burjuva kurtuluş hareketlerini yalnızca bu hareketlerin gerçek manada devrimci oldukları, temsilcilerinin bizim devrimci bir ruhla köylüler ve sömürülenlerin en geniş kitlesi içinde eğitim çalışması yapma ve örgütlenme faaliyetlerimizi engellemediği ölçüde desteklemeliyiz, destekleyeceğiz. Eğer bu koşullar mevcut değilse, o vakit komünistler, bu ülkelerde reformist burjuvaziye karşı mücadele ederler.”[12]
Oysa 1921 sonlarına ait bir Komintern analizine göre M. Kemal, "Batı Anadolu’da Yunan işgali sonrası rekabet ve mülkiyet imkânlarını yitiren Batı Anadolu burjuvazisinin siyasî liderliğine soyunan bir isimdir".[13] Bu miras ona Talat Paşa’dan kalmadır. Talimatları aldığı Talat Paşa’nın ölümü ardından aynı program ve ilkeler doğrultusunda hareket eder. Talat ile Enver arasındaki dönemsel fikrî ayrılık, ilkinin İngiliz yanlısı çizgiyi desteklemesi, ikincisinin jeostrateji açısından doğucu olması ile ilgilidir. Sonradan M. Kemal’in yerine düşünülen Kâzım Karabekir de onun adamıdır.
İleride Suphi'lerin katline imza atacak olan Kâzım Karabekir bile İslam milletlerinin bolşevizme alıştırılması gerektiğinden, ikisinin iç içeliğinden dem vurmaktadır. Ama aynı Karabekir, 13 Nisan’da, bir yandan da bir İngiliz komutanına, “bolşeviklerin kollarına atılmak zorunda kalacaklarını, kendisinin bolşevikler yerine İngilizleri dost tutmayı yeğlediğini” söylemektedir.
Anılarında belirttiği üzere Karabekir, “Hangi mal hangi servet, neyden korkalım. Niçin komünizmi ilân edip halkımıza yeni bir ruh, yeni bir heyecan aşılamıyoruz” diyenlerin sayıca ve nüfuz olarak güçlü oldukları ortamı dağıtmak için M. Kemal ile birlikte el ele çalışır. İttihatçıların bir kısmı, Anadolu’da kuzeyden gelen seli onun, kuzu postundaki kurt misali, kısmen içinde olarak, etkisizleştirmek, hareketi likide etmek için uğraşır. Bir yönüyle de Enver’in Anadolu’ya dönüşü için gerekli zeminin teşkili doğrultusunda çalışılmaktadır.
Bu dönemin bildirilerine, yazılarına yansıyan “İslamî bolşevizm” ya da “müslüman sosyalizmi” gibi kavramlar alttan alta Enver’i işaret etmektedir. Bu zeminle gerilimli ilişkisi olan, “bolşevizm milletimiz için faydalı ve verimli olacaktır” diyen Çerkes Ethem’in tasfiyesi de ilgili iktidar mücadelesine son verir. “Sırf teçhizat için para gerektiğinden değil, Rahmi Bey’in hırsızlıkla kazandığı paralar biraz azalsın diye çocuğunu kaçırdık” diyen Çerkes ile Batı Anadolu burjuvazisinin liderliğine soyunan M. Kemal arasındaki çatışmadan ikincisi galip çıkar.
M. Kemal, bu dönemde esas düşman olarak Mustafa Suphi’yi belirler. Onun kızıl ordu ile gelerek kendisini alaşağı edeceğini düşünür ve bu noktada her zaman egemenlerin kullandığı yoldan, komünist faaliyeti dine ve millete ilişkin yalanlarla ezmeye ya da etkisizleştirmeye çalışır.
Erzurum Valisi Hamit, Karabekir ve M. Kemal arasındaki yazışmalar üzerinden Suphi, Anadolu’dan çıkartılır. 28 Aralık’ta Kars’ta kendisi ile görüşen Karabekir, “ordu içinde komünist faaliyet yapacakmışsınız. Buna izin vermem” der. "Millî mücadele" döneminin önemli bir bölümünde kışkırttığı Yunanlılara karşı savaşta gerekli istihbaratı sağlayan İngilizler, yukarıda aktarılan Lenin imzalı telgrafı kemalistlere iletmiş görünmektedir. Karabekir, “zaten ordumuzda Bolşevik teşkilâtı yaptığınız hakkında dedikodular başladı”[14] diyerek, Suphi’ye aba altından sopa göstermiştir. Suphi’lerin ciddi bir rahatsızlık yarattığı açıktır.
Suphi’ler, yol boyunca baskı görürler. Yardım etmek isteyen Sovyet elçisi, linçle tehdit edilir. Trabzon’da Suphi’ler bir kayığa bindirilirler. Bir iddiaya göre, Batum’a değil, komünist hücrelerin bulunduğu İnebolu’ya gidecek olan Suphi ve yoldaşları, arkadan gelen çetenin saldırısı sonucu katledilir. Suphi’nin ifadesi ile, “hizb-i kalîl-i müstebid”in idaresi tam anlamıyla pekişir.
Katliam sonrası Bakû Kurultayı’nın da tesiriyle, üç ay sonra, Aralık’ta taslağı hazırlanan ticaret anlaşması 16 Mart’ta İngilizlerle imzalanır. Ticaretin ötesinde İngilizler, kendi sömürgelerinde komünist faaliyete yasak getirirler. Aynı gün Türkiye ile de bir anlaşma imzalanır. Benzer bir şartın orada da yer aldığı görülür.
Sonrasında Komintern, ismini anmasa da, Suphi’lerin hurucunu “maceracı, iyimser ve erken” bir hamle olarak eleştirir. Bu maceracılık eleştirisi, sonraki TKP’nin alamet-i farikası olur.
Görünüşe göre, Anadolu’ya dönük politik yaklaşımda ittihatçılarla kemalistler arasındaki iktidar mücadelesine oynayan Suphi, ittihatçıların tasfiyesi ile boşa düşmüştür. Ayrıca Kafkaslar karşılığı Anadolu’nun teslim edilmiş olması da onun politik hurucunu anlamsızlaştırmıştır.
Gene de bu huruc, bize tarihin öne atılmayanı devrimci saymadığını öğretmektedir. Suphi’ler, Anadolu’ya gelişleriyle komünist faaliyetin gerçek ve maddî bir güç hâline gelmesini sağlamışlardır. Söz konusu hurucun bugüne dek verilen mücadelelerin tüm neferlerine ve emekçilerine; neferlerin ve emekçilerin de ilgili huruca ait kılınması şarttır.
Erhan Baltacı
31 Ocak 2012
Dipnotlar
[1] McVey, Ruth Thomas., The Rise of Indonesian Communism, Equinox Pub., Jakarta, Singapore, 2006, s. 4.
[2] Lenin, V. İ., Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s. 80-82. Bkz. “Asya’nın Uyanışı”, İştirakî.
[3] Kramer, Martin, Islam Assembled, 1986, Columbia University Press, New York, s. 72.
[4] Carr, Edward Hallett, Bolşevik Devrim, Çev.: Tuncay Birkan, Metin Yay., Cilt: 3, s. 241.
[5] Bing, Dov, “Lenin and Sneevliet”, New Zealand Journal of Asian Studies 11, 1 (Haziran 2009): s. 158. Türkçesi: “Lenin ve Sneevliet”, İştirakî.
[6] Roy’un doğuya dair değerlendirmesi için bkz. M. Roy, “Doğu’nun Uyanışı”, İştirakî.
[7] Carr, Edward Hallett, a.g.e., s. 223.
[8] Döneme ve Suphi’nin hikâyesine dair kapsamlı bir analiz için bkz. Paul Dumont, “Bolşevizm ve Doğu”, 1977, İştirakî.
[9] Blank, Stephen, “Soviet Politics and the Iranian Revolution of 1919-1921”, Cahiers du monde russe et soviétique, Cilt: 21 Sayı:2. Nisan-Haziran 1980 s. 174.
[10] Carr, Edward Hallett, a.g.e., 222.
[11] Gökay, Bülent, Soviet Eastern Policy and Turkey 1920-1991, Routledge, Londra ve New York, 2006, s. 8.
[12] Blank, Stephen, a.g.m., s. 184.
[13] “Başında Kemal Paşa’nın bulunduğu ulusal aydınlar ve askerler harekete ideolojik ve örgütsel sloganları getirmiş, eline ideolojik silâh vermiştir.” (Akbulut, Erden ve Tunçay, Mete, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) 1920-1923, Sosyal Tarih Yay., 2007, s. 164.
[14] Karabekir’den aktaran: Akal, Emel, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, İletişim Yay., 2013, s. 362.

27 Ocak 2012

,

Müslümanlar ve Komünistler

Doğu, devrimin meşalesini tüm Batı Avrupaya taşıyacak devrimci bir kazandır.”[1]
[Sultan Galiyev -1920]


Komünizm-İslam ilişkisine dair  kısa bir değerlendirme sunmak zor. Bunun nedeni, kısmen ilgili sahanın genişliği kısmen de konuya dair güncel ve tatmin edici bir rehberin elde mevcut olmamasıdır. 

Yaacov Roi, kısa zaman önce 1941 sonrası döneme ilişkin ayrıntılı bir çalışma kaleme aldı, ancak bu bile sadece Sovyetler Birliğindeki İslam ile sınırlı.[2] Bundan ayrı olarak, konunun farklı yönlerine ilişkin yapılan yayınlardaki sayısız ehil inceleme üzerine çalışma yapmak suretiyle özet bir çalışma kaleme almak da mümkün. 

Yazındaki söz konusu eksiklik giderilmeyi bekliyor. Bu çalışmada böylesi bir yükün altına girilmeyecek, ama konuya dönük yaklaşımın muhtemel ana hatlarına dair kısa bir takdim yapılacak.

Marksist sol ile politik İslam arasındaki ilişkinin tarihi 1917 Rus Devrimine dek uzanır. Rus Devrimi, nüfusun yüzde onunu teşkil eden, yaklaşık 16 milyon Müslümanın yaşadığı bir imparatorlukta cereyan etti. Bolşevikler, Müslümanların da rejimin elinde cefa çektikleri, çok milletli ve çok inançlı olan, çarlık imparatorluğunu miras almışlardı. Çarlığın devrilmesi, imparatorluk tarafından inkâr edilen dinî hürriyetlerini ve millî haklarını talep etmekte olan milyonlarca Müslümanı radikalleştirmişti. Çarlığın devrilişi, Rus olmayan azınlıklarca büyük bir coşku ile karşılandı. 1917de Moskova ve Kazanda Müslüman kongreleri tertiplendi. Mazlum milletlerin kendi kaderlerini tayin etme haklarına ve köylülüğe toprak verilmesine dönük ajitasyon yapan Bolşevikler, devrimin Rus olmayan topraklara taşınması noktasında önemli bir destek buldular. Din hürriyeti, eski Rus imparatorluğuna mensup mazlum halklar için Bolşeviklerce teşvik edilen millî hürriyetin önemli bir ayağıydı. Bolşevizm, Sovyet rejimi eliyle kurulan yeni hükümet organlarında toplaşan[3] birçok Müslümanı cezbetti. Lenin’in aldığı kararlardan biri de “Rusya ve Doğunun Emekçi Müslümanları”na yönelikti. Bolşevikler, Müslümanların politik öfkeleri ile bütünleşmek derdindeydiler. İkinci Tüm Rusya Müslüman Komünist Örgütleri Kongresinde (Kasım 1919) yaptığı konuşmada Lenin şunları söylüyordu:

“Sosyalist devrim, esas olarak ya da sadece devrimci proleterlerin her ülkedeki kendi burjuvazisine karşı verdiği bir mücadele olmayacaktır. Hayır, bu mücadele, emperyalizm tarafından zulme uğrayan tüm sömürgelerin ve ülkelerin, tüm bağımlı ülkelerin milletlerarası emperyalizme karşı verecekleri bir mücadele olacaktır.[4]

Bolşevikler, solcu Müslümanları saflarına kabul ettiler ve sonuç olarak komünist parti üyeleri arasındaki Müslüman oranı yaklaşık yüzde 15e yükseldi. Orta Asyada bu oran, yüzde 70e çıktı. Bolşevik liderler, Batı emperyalizmine karşı cihad çağrısı yaptılar. Leninin de ifadesiyle, sömürgeci kontrolünde olsun ya da olmasın, yereldeki tüm yönetici sınıflara karşı mücadelelerinde İslamcılara destek verilmeliydi. Lenin, bu şaşırtıcı müttefiki komünistlerin dinî faaliyetle herhangi bir temas içinde olmamaları gerektiğine inananlara karşı büyük bir kuvvetle savundu. Lenine göre, sömürgeler dünyasındaki bu tarz hareketler, geleceklerinin emperyalist güçlere karşı mücadele eden Avrupalı işçilere bağlı olduğu hususunda ikna edilmeliydiler, bu ikna gayreti de ikili bir yaklaşıma muhtaçtı.

Cedidizm ve Bolşevizm

Cedidizm, “usul-i cedid” (yeni yöntem) adı altında on dokuzuncu yüzyıl süresince Rus İmparatorluğunda şekillenmiş Müslümanlara özgü bir reform hareketiydi. Eğitim reformu savunusu ile yola çıkan hareket, zamanla politik bir harekete dönüştü. Cedid hareketinin en ünlü liderlerinden biri, İstanbul ve Pariste çalışmış, Avrupa eğitimi almış Kırımlı bir Tatar olan İsmail Gaspıralı’ydı (Gasprinski). Gaspıralı, 1883te Tercüman gazetesini yayımlamaya başladı. Ekonomiden dinî kurumlara değin bir dizi konuda yazıların yer aldığı gazete, Müslüman pratiklerinin modernizasyonu için kampanya yürüten Cedidîlerin başlıca yayın organı hâline geldi. Gaspıralı’nın inancına göre Müslümanlar, Batılı devletler ve halklar arasında hızla değişen politik ve kültürel ilişkiler, İslamî yenilenmenin hızlı bir biçimde gerçekleşebilmesi için gerekli doğru koşulları oluşturmuştu. İsmail Bey, Orta Asyayı ziyaret etti, bu ziyaretin etkisiyle, 1897de Andicanda, 1898de de Tokmak ve Semerkantta Cedid okulları açıldı.[5]

1917 Devrimi sonrası Cedid hareketinin kimi kısımları bir tür “İslamî sosyalizme dönüştü. Ancak Edip Halidin de ifade ettiği üzere, Cedidîlik, mevcut literatürün iddiasının aksine, birleşik bir hareket olarak görülemez. Orta Asyadaki Cedidîler, söylemlerinde Avrupa Rusyasındaki Cedidîlerin sembollerini, kinayelerini ve mecazlarını kullansalar da bu, onların kendi yerelliklerinde aynı anlamı ihtiva ettiğini göstermez.[6]

Esasen Müslüman reformu, Rus imparatorluğundaki konumlara bağlı olarak değişen kimi hedefler ve sonuçlar bakımından farklılık arz eden ayrı yönlerden ilerledi. Kazan Tatarlarında reform hareketi radikal bir biçim kazandı. Burada hareket, milliyetçi, sosyalist ve Rus karşıtı bir konum alarak, Tatar komünizminin ocağı hâline geldi. Tatar komünizminin en önemli isimleri Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyevdi.[7] Tersine, Dağıstanda Müslüman reformcular görece daha ılımlıydılar. Bunların esas olarak ilgilendikleri husus, toprak reformu önerilerinin şeriat karşıtı olduğuna ilişkin suçlamalar karşısında kendilerini korumak ve gelenekçi muhaliflerine nazaran kendilerinin gerçek birer Müslüman olduklarını kanıtlamaktı:

“Ağustos 1917 tarihli Köylü Kongresinde şeriat yüce otorite olarak kabul edildi, şeriata ilişkin kimi alıntılardan istifade edilerek toprağın işleyene ait olduğu karara bağlandı. Böylelikle şeriatçılar, sosyalist grupların ve toprağa aç köylülerin şeriatı tarafından dövülmüş oldular.[8]

Türkistan’da Cedidîler, Aralık 1917’de, Kokand’da özerk bir devlet kurdular ve köktenci bir retoriğe başvurarak, şeriata dönüş çağrısı yaptılar.[9] Buharada Genç Buharalılar, başta halkın ekseriyetince destek gören emirin teokratik yönetimini deviremediler.[10] 1920de iktidara geldiklerinde ise gayet ılımlı bir siyaset yürüttüler. Buhara Halk Cumhuriyetinin 1921 tarihli anayasasının 26. Maddesinde, Hiçbir yasa, İslam’ın temel ilkelerine aykırı olamaz[11] hükmü yer alıyordu.

Gene de “Cedid”, terim olarak, süreç içinde sahip olduğu değeri yitirmedi. Tüm bu hareketler, kimi temel özellikler noktasında ortaklaşıyorlardı. Kuran ya da sahih Hadisin doğrulamadığı hiçbir bid’atı kabul etmiyor, tüm Batı hâkimiyetini redde tabi tutuyorlardı. Rusya bağlamında Batı’ya yönelik söz konusu ret, mutlakiyetçi çarlık rejiminin devrilmesini ifade ediyordu. Ancak bu hedef, aynı zamanda Müslüman olmayan devrimciler tarafından da paylaşılmaktaydı. O hâlde sosyalistler ve komünistlerle işbirliği yapmak mümkündü.

1917 Ekim Devrimi’nin başarısı Cedidîleri saf tutmaya zorladı: Edip Halidin tespitiyle Cedidîlere göre, 1917 Hakikat Ânı”ydı.[12] İktidara gelen Bolşevikler, Orta Asyadaki Rus hâkimiyetini, en azından teorik olarak, savunmuyorlardı, bu da Cedidîlerin onlara yakınlaşmaları için gerekli zemini hazırladı. Ancak gene de ilgili tercih bir ânda yapılamadı. Geçici hükümetin devrilmesi, Cedidîler arasında pek de coşkuyla karşılanmadı. Hâkim ruh hâli, esas olarak tarafsızlık yönündeydi. Genç Buharalı Abdürrauf Fıtrat, Hürriyet’te şu satırları kaleme alıyordu:

“Bolşeviklerin ya da muhaliflerinin safına geçmek şu ân için gayet ihtiyatsız ve aptalca bir hareket olacaktır. Bizim millî haklarımıza dokunmadıkları sürece her iki tarafa da muhalif değiliz.[13]

Sovyet Müslümanlarının Ekim’e dönük tepkileri her yerde aynı değildi; 1917 süresince birleşmeye dönük teşebbüsler boşa çıkmış, her bölge kendi yoluna gitmişti. Gruplar, ancak iç savaş sonrası Sovyet devletinin himayesi altında yeniden birleşebilmişlerdi.

Ekim 1917 sonrası Bolşevik hükümetini kaç Cedidînin desteklediğini tahmin etmek imkânsız. 1918 Haziran’ında Türkistan Komünist Partisi kuruldu ve kısa sürede çok sayıda Cedidî saflara katıldı. Cedidîlerin gazetesi Hürriyet, Semerkant Sovyeti’nin yayın organı oldu. Yaz 1918’de Taşkent Sovyeti, Cedidîlerin eliyle teşkil edildi. Sovyet, karşı devrimci ulemayı tutukladı, bu olay, Müslüman toplumun ortadan ikiye bölündüğünün deliliydi.[14] Ekim 1917de muğlâk bir tavır takınmış olan Abdürrauf Fıtrat, kendini tüm kalbiyle Bolşevik davasına adadı. Yazar, esas olarak Avrupa emperyalizmini kınayan yazılar kaleme aldı. 1919da şunları söylüyordu:

“Avrupalı emperyalistler Doğuya ahlâksızlık ve yıkımdan başka bir şey vermediler. Her ne kadar Doğuya gelip medeniyet okulları ve insanlık üniversiteleri açacağız dedilerse de kerhane ve meyhane dışında bir şey açmadılar.[15]

Tatar Mir Said Sultan Galiyev, 1892’de Ufa’da doğdu. 1917ye kadar hiçbir politik angajmanı olmayan, sıradan bir gazeteciydi. Ancak Rus imparatorluğunu yıkan devrimci olayları şevkle selâmladı ve bunu büyük bir fırsat olarak değerlendirdi. Molla Nur Vahidov ile birlikte Müslüman millî komünizm teorisini geliştirdi. Bu teoriye göre Marksizm, İslam toplumunun özel kimi niteliklerine uyum sağlayabilmek için değiştirilmeliydi. Tarihsel açıdan bu eğilim, 1918de başladı, 1928de sona erdi. Kimi vakit çelişkiler arz eden milliyetçilik, komünizm, anarşizm ve elbette din gibi farklı ideolojiler arasında bir sentezi öngörüyordu.

Müslüman millî komünistler, genelde İslamî hayat tarzının ve Marksizmin tanım itibarıyla uyumlu olduklarına inanıyor, bu ikisinin birlikte var olabileceğini, hatta birbirini tamamlayabileceğini düşünüyorlardı. Kısa vadeli hedef, Orta Asyada Rus değil, Müslüman olan bir komünist parti tarafından idare edilecek özerk bir devlet kurmaktı. Parti komünist ise de halka sosyalizmi takdim etmeyecek, “gerici Müslüman din adamları” dâhil, sömürücü sınıflara karşı gerçekleştirilecek toplumsal devrim uzak bir geleceğe ertelenecekti.[16] Din karşıtı propaganda, Galiyeve göre, ancak Tatarlar, Başkırlar ve Kazaklar gibi Sovyet Rusyanın en gelişkin Müslüman milletleri arasında yapılabilirdi. Bu propaganda, Türkistan, Hive ve Buhara’da tavsiye edilmedi, zira “buradaki halklar, Tatarların aşmış oldukları gelişme aşamasına henüz ulaşamamışlardı.[17] Galiyevin Bolşevik idarî yapıda hızla yükselmesi ve Stalin döneminin tasfiye hareketi dâhilinde aniden itibar kaybetmesi ve karalanması, sonraki kuşaklarca ilk dönem Sovyetlerin millet siyasetindeki vaatler ve hayal kırıklıklarına ilişkin bir mecaz olarak kullanıldı.

Sultan Galiyev, iyi bir örgütçü ve hatipti. İç savaş süresince Merkez Askerî Müslüman Birliğinin ve Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosunun başkanlığını yapan Galiyev, ayrıca Halkın Milliyetler Komiserliğinde üye olarak bulundu. Bu son görevi ile birlikte o, Sovyetler Birliğindeki devlet yapısında, en yüksek seviyedeki tek Müslüman olma hüviyetini de kazanmış oldu.

Sultan Galiyev, kendi görüşleri için yıllarca mücadele etti ve iktidardaki Bolşeviklerin müdahaleleri sonucu hayal kırıklıkları yaşadı. Henüz birlik cumhuriyeti statüsü kazanmamış Tatarlar ve diğer Müslüman grupları için dezavantajlı olacağını düşündüğü Stalinin yeni federal hükümet planına (SSCB) karşı çıktı. 1922 sonunda Sultan Galiyev, Stalinin millet siyasetine açıktan itiraz etti ve Mayıs 1923te de tutuklandı. Kısa süre sonra serbest bırakılsa da partideki ve Bolşevik yönetimi altındaki tüm konumlardan uzaklaştırıldı. Haziranda Merkez Komitenin dördüncü konferansında Stalin tarafından komplo kurmakla ve ihanetle suçlandı.[18] Konferans, onu partiden ihraç ederek, Sultan Galiyevcilik sapması” (Sultangalievshchina) suçundan mahkûm etti. Suçlarını itiraf eden ve bir süre sonra serbest bırakılan Galiyev, 1928’deki ikinci tutuklamaya dek gazetecilik yaptı. Bu tutuklama ardından, 1930’da “Sultan Galiyevci karşı devrimci örgüt üyesi olarak, diğer 76 kişi ile birlikte yargılandı. Dava sonucu verilen idam cezası sonradan kaldırıldı, 1934te serbest bırakılan Galiyevin Saratovda yaşamasına izin verildi. Ancak 1937deki üçüncü tutuklamanın ardından Ocak 1940ta idam edildi.

1923’te Sultan Galiyev’in itibar kaybetmesinin sembolik bir önemi mevcut: Artık Sovyetler, millî komünizmin fikrini desteklemiyordu. Ancak Müslüman karşıtı bir siyasete geçildiğine ilişkin de ortada herhangi bir kanıt mevcut değildi. Stalin de yukarıda bahsedilen dördüncü konferansta bu iddiayı yalanlamıştı. Konferansta Stalin, yerel gelenekleri ve koşulları dikkate almaksızın Rus modelinin farklı milletlere nakledilebileceğine inanan solculara saldırdı.[19]

Bu aşamada Cedidîlerin inançlarını terk etmeksizin Sovyet sistemi içinde çalışmaları mümkün hâle geldi. Bazıları isyan eden Basmacılara katılırken, (Fıtrat dâhil) ekseriyet, legaliteden yana saf tuttu, zira bunlar, sonradan Özbekistan’ın parçası olacak Halk Cumhuriyeti içinde faaliyetlerini sürdürebileceklerini düşünüyorlardı.[20] Yereldeki Müslüman komünistler, yirmilerde, parti aygıtının kontrolünde kalarak, Moskova’nın talimatlarına uygun reform ve yeniden örgütlenme siyasetlerini sürdürürler.[21] Bu döneme “korenizatsiya” (yerlileşme) adı verildi.[22] 1918 tarihli (vakıfların millîleştirilmesi[23] ve şeriat mahkemelerinin tasfiyesini öngören) radikal yasama süreci, yasa kitabında yer almasına karşın, 1922den sonra zorla dayatılmak üzere, ertelendi. Hans Bräkerin tespitine göre, 1927ye dek uzanan bu dönemde Sovyet devleti İslama görece yumuşak davrandı.[24]

Sömürgeciliğe Karşı İslamla Kurulan İttifak

Bolşevikler için yirmiler, anti-emperyalist devrimin en parlak dönemdi. Bu dönem, hem Batı’nın Müslüman dünyadaki iktidarını devirme hem de Müslüman toplumu dönüştürmek amacıyla İslam ile ittifak kurma imkânı sunuyordu. Bu ittifakı mümkün kılan, İslam’ın toplumsal açıdan devrimci olan yönüne dönük temel bir vurgu ile yorumlanabilme ihtimaliydi. İktidara geldikten kısa bir süre sonra, 7 Aralık 1917 tarihinde Bolşevikler, Doğunun Emekçi Müslümanları’na Çağrı Metni”ni kaleme aldılar. Bu metinde, “İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır[25] deniliyordu.

Anti-emperyalist Müslüman radikalizmi ve komünizm arasındaki ilişki, Üçüncü (Komünist) Enternasyonalin kurucu ilkeleri ve yönetimi tarafından da pekiştirilip desteklendi. 1919da Komintern, Rus Komünist Partisinin yönetimine göre yabancı komünist partilerin faaliyetlerinin koordine edilmesi amacıyla Moskovada kuruldu. O dönemde Leninin genel kanaati, Birinci Dünya Savaşı’nı müteakip yaşanan kaosun koşulladığı devrimci ortamın Batı’nın kapitalist yöneticilerine karşı işçi sınıfı dayanışmasını ve dünya devrimini ateşleyecek tümüyle yeni bir milletlerarası komünist örgütlenmeyi gerektirdiği yönündeydi. Kominternin merkezi Moskovada olmalıydı, çünkü pratikte sosyalist olan bir ülkenin böylesi bir örgütlenme için merkez olması gayet doğal bir durumdu.

Komintern’in yapısı, Rus Komünist Partisi modeline dayanıyordu, bunun nedeni, Rus hâkimiyetini güvence altına almak gibi sinsi bir planı yürürlüğe koymak değil, Rus partisinin devrimi başarıyla gerçekleştirmiş yegâne parti olmasıydı. Ancak 1920de parti, tüm yabancı komünist partileri Moskovaya tabi kılmaya başladı. Bunda Kominterne giriş için belirlenen 21 maddelik karar etkili oldu. Komünistlere kendi ülkelerindeki silâhlı güçler içinde propaganda yapmaları, köylülerin desteklerini kazanmak için gayret göstermeleri ve mazlum milletlerle sömürge halkların kurtuluşunu gerçekleştirmeleri talimatı verildi. Tüm partiler, işçi sınıfı hareketi içindeki reformist ve orta yolcu unsurları hızla temizlediler, onların yerine komünistleri getirdiler. Pasifizmi mahkûm eden partiler, Komünist Parti ismini alarak tüm bağlayıcı kararların altına imza attılar. Ayrıca 21 maddeyi reddeden parti üyelerini ihraç ettiler. Komünist partiler, demokratik merkeziyet ilkesi uyarınca kendilerini yeniden yapılandırdılar ve her bir Sovyet cumhuriyeti”nin çıkarlarını açıktan savundular.

İyi ya da kötü, Rusya dışında kurulan komünist partiler, Sovyetler Birliğinin ideolojik müttefiki ve dış siyaset aygıtıydılar. Komintern, diğer iki enternasyonalden ayrışarak, millî partiler birliği olmaktan çıktı, bunun yerine, farklı ülkelerde kolları olan tek bir komünist parti olarak örgütlendi. Kongreler arası geçen dönemde Yürütme Komitesi en yüksek otoriteydi. Komitenin tek tek ülkelerdeki partilerin merkez komitelerine paralel ve onu aşan kimi yetkileri vardı. Bu yetkiler, ona dünya devriminin idarî merkezi olma hüviyeti kazandırdı.

Başlarda Komintern, esas olarak yüzünü Batı’ya çevirmiş bir örgüttü. Üyelerinin önemli bir bölümü Batı ülkelerinden gelmekteydi, bu da Batılı sanayileşmiş ülkelerde gerçekleşecek dünya devriminin hızla yakınlaştığı inancını güçlendiren bir etmendi. Bolşeviklerin genel kanaatine göre, her şeyi düzleyecek olan proleter devrim Avrupada gerçekleşmek üzereydi. Ancak 1920 Güz’ünde Sovyet liderleri, korkuyla, Batı’daki devrimin henüz eli kulağında olmadığını tespit ettiler. Almanya ve Macaristandaki hatalar ile Sovyetler Birliği ile mağlup Merkez Güçler arasında anti-komünist rejimlerin teşkil ettikleri yekpare bir bölgenin oluşturulması, onları analizlerini yeniden gözden geçirmeye itti. Batı’da dünya devriminin yaklaştığına ilişkin fikirlerini terk etmeseler de dikkatlerini yeniden Doğunun ortaya koyduğu devrimci potansiyele çevirdiler.

Geçmişte de Asya ile meşgul olmuş olan Lenin, Ekim 1920de, Polonyadaki savaş sonrası Batı’daki devrim umutlarının suya düşmesi ardından, gözlerini Batılı güçlerin elindeki sömürgelere çevirdi. Lenin, bu ülkelerde söz konusu emperyalist güçleri yaşamaları için gerekli hammaddelerden ve pazarlardan mahrum edecek, burjuva nitelikte bir dizi milliyetçi devrimin gerçekleştiği tespitini yaptı. 1920deki neredeyse tüm yazı ve raporlarında Asyaya işaret ederek, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimci işçi sınıfı hareketini engelleyen en önemli sebeplerden biri, finans kapitalin eline geçen sömürge mülkiyeti ve aşırı kârlarla bu ülkelerde giderek görece büyük ve istikrarlı bir hâl alan işçi aristokrasinin yaratılmış olmasıdır türü cümlelere rastlanıyordu.[26] Eğer Avrupa, Bolşevikleri mağlup edecek olursa, Asya, onların güçsüzleşen ruhlarını diriltmeyi bilecekti. Bolşevik liderliği, kapitalist dünyanın komünizmin Batı’daki başarısından önce sömürgeleri kaybederek zayıflamasına karar verdi ve Doğudaki devrimin, emperyal kontrolün sistemsel yıkımının Batı’daki devrimi takip etmesi gerektiğini düşündü. Devrimci mücadeledeki kilit unsur buydu, zira doğrudan sömürgeci bağımlılığa tabi mazlum milletler ile İran, Türkiye ve Çin gibi yarı-sömürge ülkeler, dünya nüfusunun yüzde yetmişini teşkil ediyorlardı.[27] Kominternin 1920deki ikinci kongresinde Lenin, yeni Doğu yönelimini, Sovyetlerin Doğu Siyaseti başlığı altında resmen takdim etti. Daha da ileri giderek, Sovyet yardımı ve propagandası önerisinde bulunan Lenin, Asyanın Avrupa devriminden önce kapitalist aşamayı aşarak doğrudan sosyalizme geçmesi ihtimalinden söz etmekteydi:

Şurası hiç unutulmamalı: Batı, Doğunun hatırına yaşayabilmektedir; Avrupanın emperyalist güçleri, esas olarak Doğudaki sömürgeleri sayesinde büyümektedir, ancak aynı zamanda bu güçler, kendi sömürgelerini silâhlandırıp onlara dövüşmeyi öğreterek, Doğudaki kendi mezarını kazmaktadır.[28]

Sovyet dış politikası, her ne kadar tam anlamıyla bir Doğulu ya da Batılı yönelim içinde olmamışsa da 1920 sonrası Doğudaki devrimci beklentilere dönük ilgide ciddi bir artış gözlemlendi ve Doğuda mevcut olan politik eğilime dönük tutarlı bir kayma yaşandı.

Komintern stratejisinin bir parçası olarak, Sovyet yanlısı komünistler, Doğudaki anti-emperyalist millî kurtuluş hareketleri ile dayanışma içinde olunması gerektiğini söylediler. Bolşeviklere göre, Ekim Devrimi aydınlanmış doğu ile köleleştirilmiş Doğu arasında bir köprü kurmuş, bu köprü, Eylül 1920de Azerbaycan’ın Bakû şehrinde Komintern destekli Doğu Halkları Kurultayı’nda sömürge halklara Sovyet liderliğinin yaptığı çağrı için gerekli zemini teşkil etti. Sonrasında Komintern, Bakû’de Doğu Halkları Propaganda ve Eylem Konseyi’ni kurmuştur. Sonuçta Bolşeviklerle Doğulu Müslüman halklar arasında sayısız bağlantı kuruldu, birçok Asyalı devrimci, Sovyetler Birliğinde eğitildi, tüm bu gelişmeler, Batı için muazzam sonuçlar doğurdu.[29]

1920 sonrası Bolşevikler, söz konusu köprüyü Batı emperyalizmine karşı komünistlerle Doğulu milliyetçiler arasındaki birleşik cepheye dönük müdafaaları ile güçlendirmeye çalıştılar. Böylelikle Sovyet hükümeti, birlikte barış içinde yaşama ve komünist parti ile hareketleri ezen gerici milliyetçi hareketlere karşı ilgili parti ve hareketlere dönük kardeşçe yardım”ı birleştiren çok yönlü bir stratejinin üzerinde yükselen alternatif politikalar uygulamaya başladılar. Bu esnek strateji, kendi davasını ve etkisini güçlendirmek için Sovyetler Birliğinin hedef ülkelere girmesini mümkün kıldı. Ayrıca söz konusu strateji, komünist partiler, enternasyonal örgütler ve hatta bazen gerici partiler türünden eldeki tüm araçların kullanılmasına imkân verdi. Sonuçta Sovyetler’in istediği belli bir komünist partinin başarısı değil, ülkenin dış politika hedeflerine ulaşılmasıydı. Dünya komünizmi, herkese açıktan ilân edilmiş, uzun vadeli bir hedefti, ancak Sovyet devletinin çıkarlarına ait acil hedefe göre ikincildi.

Bakû Doğu Halkları Kurultayı

1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Sovyet Azerbaycan’ının Bakû şehrinde toplandı. Kurultayda yirmiden fazla Asya ülkesinden gelen yaklaşık iki bin delege hazır bulundu. Delegeler, Bolşevik liderler ve Batı proletaryasının delegeleriyle birlikte emperyalizme karşı mücadelenin ve dünya devriminin ortak stratejisini tartışıp tarif ettiler. Bakû Kurultayı, Ekim Devriminin açtığı devrimci dönemin önemli olaylarından biriydi. Kurultay, millî ve sömürge karşıtı devrimler bağlamında (işçi sınıfının önderlik rolüne vurgu yaparak) “çifte devrim stratejisinin gerekliliğini bir kez daha vurguladı ve bunun Batılı proleterlerin mücadelesi ile doğu halklarının mücadelesinin birleştirilmesinde kilit bir nokta olduğunu tespit etti.

Doğu Halkları Kurultayı, Britanyanın da ilgisini çekti. Kominternin kurultaya dönük çağrı metni, ilkin 3 Temmuz’da Izvestiya’da [“Haberler”] yayımlandı; metin, esas olarak “İran, Ermenistan ve Türkiyenin köleleştirilmiş halkları”na çağrıda bulunuyordu. Türk halkından İstanbulu ve Batı Anadoluyu kontrol eden Müttefik devletlerine karşı direnmeleri istenmekteydi.

“Anadolu köylüleri! Britanya, İtalya ve Fransa hükümetleri İstanbulu namlularının ağzında tutuyorlar: Sultan’ı mahkûm ederek, onu altı yıldır süren savaş yüzünden zaten yoksul düşmüş olan Türk halkını daha da rahat soyabilmek için Türkiye maliyesinin yabancı bankerlere peşkeş çekilmesini ve Türkiye topraklarının bütünüyle parçalanmasını kabul etmeye zorladılar. []

Anadolu köylüleri! Yabancı işgalcilere karşı mücadele etmeniz için Kemal Paşanın bayrağı altında acilen toplanmaya çağrılıyorsunuz ama aynı zamanda biz biliyoruz ki, paşaların İtilaf Devletlerine mensup vahşi hayvanlarla barış yaptığı bir süreçte mücadeleyi ileri sıçratacak kendi halk partinizi, köylü partinizi kurmaya çalışıyorsunuz.[30]

Orconikidze ve Zinoyvev, Doğu meseleleri ile ilgili kimi deneyimlere sahip Bolşeviklerin yardımıyla, kurultayın ana örgütleyicileri olarak Lenin tarafından seçildi: böylelikle Anastas Mikoyan, Neriman Nerimanov ve Mir Said Sultan Galiyev, delegelerin katılımı ile ilgili kuralları belirleyecek olan Örgütlenme Bürosunu (Orgburo) teşkil etti.[31]

Bolşevizmin Doğu halkları arasındaki prestijinin artırılması amacını güden böylesi bir Müslüman kurultayının toplanması hususunda tüm komünistler taraftar değildi. Ünlü Bengalli komünist M. N. Roy, vefatı ardından Hindistan’da yayımlanan hatıratında Bakû Kurultayı fikrine muhalif olduğunu açık bir biçimde dile getirmekteydi. Roy, böylesi bir kurultayın sadece Doğuda gerçekleşecek bir devrim için yeterli olmayacak bir ajitasyon aracı olduğu hususunda Bolşeviklerle tartıştı. Hatırat’ında şu ifadeleri kullanmaktaydı:

“Lenin, benim inatçılığım karşısında hoşgörülü bir ifade ile gülümsedi; Zinovyev onun iradesine karşı çıkan, daha önce örneğine rastlanmayan bu türden bir cüret karşısında öfkelendi; Radek, benim ham bir biçimde ortaya koyduğum ciddiyetle alay etti. Nihai herhangi bir sonuç doğurmasa da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzona uykusuz birkaç gece geçirmesi kesin olan böylesi bir canlı gösteri eğlencesinden neden mahrum olalım ki.[32]

Bolşevik liderliğin yüksek komutası, Radekin nüktedan görüşüne katılmış olmalı ki kurultay için resmî izin verildi, Kurultay, 1 Eylül 1920de[33] 1891 delegenin katılımı ile açıldı.[34] Bu delegelerin 1273’ü komünist, 226sı parti üyesi olmayan kişilerden oluşuyordu. Sadece 55i kadındı. Türkler, 235 delegeyle en büyük ulusal gruptu. Katılımcıların 192si İranlı, 157si Ermeni ve 100’ü Gürcü’ydü. Kurultay salonunda ayrıca 8 Çinli, 8 Kürd ve 3 Arap delege hazır bulunmaktaydı.[35]

Kurultayın temel amacı, ilân edildiği biçimiyle, Doğulu milletler arasında antiemperyalist bir platform teşkil etmekti.[36] Mustafa Kemalin yürüttüğü türden millî kurtuluş hareketlerine dönük verilen desteğin önemi, kürsüden birçok kez dillendirildi. Yabancı emperyalist boyunduruğa karşı birleşik cephenin ruhunun, tecrit edilmiş bir sima olarak Enver Paşa ve Ankara hükümetinin resmî temsilcisi tarafından yapılan coşkulu konuşmalardaki ifadelerle pekiştirilmesi hayli ilginçtir.[37]

Bakû Kurultayı, Müslüman dünyası genelinde propaganda aracı olarak kullanılacak bir belge olan “Doğu Halklarına Çağrı” metnini yayınlamayı ilkesel olarak kabul etti. Çağrı bütünüyle Britanyayı hedef alıyordu. Komintern, Britanyayı mazlum Doğu halklarına hükmetme niyeti ile hareket eden ve Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren güçlenen büyük bir imparatorluk olarak değerlendirmekteydi.[38]

Britanya karşıtı ajitasyon, iki yıl önce katledilmiş 26 Bakûlü komiserin Britanya emperyalizminin kurbanları olarak övüldüğü, kurultayın son oturumunda doruğa çıktı. Aynı gün ölenlerin aileleri ve delegelerin katıldığı bir cenaze töreni düzenlendi.[39] Azerbaycanlı parti ve devlet görevlileri ile kurultay delegeleri ve Komintern temsilcileri, komiserlerin anısına Britanya karşıtı konuşmalar yaptılar.[40]

Bakû Kurultayı’nda birçok konuşmacı, İslam ve komünizm arasında herhangi bir karşıtlığın bulunmamasına dönük vurgularda bulundu. Örneğin Halkın Milliyetler Komiserliğinden Anatoli Skaçko şu tespiti yapmaktaydı:

İslam dininin kökleri, dinî komünizmin ilkelerindedir, bu ilkelere göre, hiçbir insan bir başkasının kölesi olamaz ve tek karış toprak bile özel kişilerce mülk edinilemez.[41]

Öte yandan Zinovyev, “Doğu halkları”na hitaben yaptığı o ateşli konuşmada esas olarak Britanya emperyalizmine karşı yürütülecek bir cihaddan söz etmekteydi.[42]

Komünistlerin Müslümanlarla ittifak arayışı ile ilgili karar almaları, sadece ilk adımdı. Başarı ya da başarısızlık, kısmen komünistlerin yaklaşımları ile ilgiliydi. Bolşevikler, kendi elleriyle hiç gereği yokken kimi engeller oluşturdular. Leninin 1920deki İkinci Komintern Kongresinde yapılan birkaç küçük değişiklikle birlikte kabul edilen Millet ve Sömürge Meseleleri Üzerine Tezleri, Müslümanları destek vermekten alıkoyacak şu türden ifadelerle yüklüydü:

“Hanlara, toprak sahiplerine ve mollalara vd. ait konumun pekiştirilmesi ile kurtuluş mücadelesini birleştirme gayretindeki panislamizm ve benzeri eğilimlere karşı mücadele etmek gerekmektedir.[43]

Aynı şekilde Zinovyev de Bakû Kurultayı’ndaki cihad çağrısına karşın, tüm dobralığı ile şu tespiti yapıyordu:

“Panislamizm ve Muhammedîlik ve benzeri eğilimler bizim safımızda değildirler. Bizim oldukça farklı bir siyasetimiz vardır.

Bu tespit doğruysa da kesinlikle diplomatik değildi. Kominternin 1922 tarihli dördüncü kongresinde Endonezyalı komünist Tan Malaka, Kominternin panislamizme dönük saldırılarının davaya ciddi ölçüde zarar verdiği iddiasını dillendirdi.[44]

Yukarıda da belirtildiği üzere, Bolşeviklerin iktidarlarını pekiştirmelerinden 1927ye kadar geçen süre zarfında İslama ve Müslümanlara yönelik resmî yaklaşımlar, genelde esnek ve uzlaştırıcıydı. 1920-21 arası dönemde yaşananların acı hatırasını diri tutan Bolşevikler, Sovyetler Birliğindeki müslüman halklarla çatışma içine girmeyi göze alamadılar. Sosyo-ekonomik ortam da Müslümanlara dönük ılımlı bir yaklaşımın sürdürülmesini gerekli kılmaktaydı. Yirmilerin başı, ülkede millî ve politik itiraza yol açmayan, uzlaşmaya dayalı Yeni Ekonomi Politikası’nın (NEP) hüküm sürdüğü bir dönemdi. Ülkedeki Müslümanların ekseriyeti, büyük ölçüde köylülerden oluşmakta, NEP esas olarak köylüler lehine bir politika olarak işletilmekteydi.

Sömürgecilik karşıtı ittifak, aynı zamanda Müslüman direniş hareketlerinin (ya da mevcut olduğu kimi durumlarda Müslüman hükümetlerin) kendilerine uzanan dostluk elini sıkmaya hevesli olmalarına bağlıydı. Ortada gayet renkli bir resim mevcuttu. Çok sayıda Müslüman düşünür, ilkesel olarak, komünist hedefleri onaylıyordu.

Örneğin Endonezyada, yirmili yılların ortasında hayli faal olan Hacı Muhammed Misbah, komünizm ile İslam arasındaki muhtemel bir ittifakın geliştirilip kamusallaştırılması için çalışıyordu. 1925 tarihli İslamizm ve Komünizm isimli makalesinde Misbah, her ikisi arasındaki benzerliği kesin bir dille ifade etmekteydi:

İslam dinini ilga etmeyi amaçlayan kimi fikirler ortaya atmaktan hoşlanan, ama öte yandan da kendilerinin komünist olduğunu iddia eden tüm dostlarımız, ya gerçek komünist değildirler ya da komünist konumu henüz kavrayamamışlardır. İslam olduğunu söyleyip, komünizmi reddedenlere gelince, korkarım ki onlar da ya gerçek müslüman değildirler ya da İslam dininin konumunu tam olarak kavrayamamışlardır.

Misbah’a göre bunun temel sebebi, Şeytan’ın ortaya koyduğu yeni gayretinin adı olan kapitalizmin mümini Allahtan uzaklaştırmasıdır.

“Neyin doğru neyin yanlış olduğunu hiç düşünmeden, sadece yiyecek veya kâr elde etmek isteyenler, doğru yoldan sapmışlardır.[45]

Bu tarz görüşlere sahip olma noktasında Misbah yalnız değildir. 1926da Cava ve Sumatrada gerçekleşen komünist ayaklanmalar, iki şeytana karşı devrim vazeden ulema liderliğinde cereyan ettiler: Allahtan uzaklaşmayı ve açgözlülüğü teşvik eden kapitalizm ve İslam dünyasını tehdit eden emperyalizm.[46] Mısırda Müslüman modernizminin lideri Şeyh Muhammed Reşid Rıza, kimi zaman Bolşevik duygulara destek sunan sözler sarf etti:

“Bolşevizm, sadece sosyalizmin diğer bir adıdır. Müslümanlar, onun başarılı olmasını ummalıdırlar, zira Müslümanlar da işçidirler ve aynı zulmün çilesini çekmektedirler.

Ancak Rıza, bu noktada kendince şerh düşüyor, komünizm şeriatla uyumlu değildir diyordu.[47] Sovyet Rusyada Tatar aydın ve komünist Hanefi Muzaffer, 1922de şu tarz iyimser cümleler kurmaktaydı:

“Her şey, Müslüman halkları komünizme dâhil olma meyline sokmuştur.

Cedid ilahiyatçısı Musa Carullah Bigi ise aynı fikirlerle 1925’te şu tespiti yapmaktadır:

“Rusya’da âdil ve eşitlikçi bir rejimin doğmasını koşullayan büyük bir devrim muzaffer olmuştur. Müslümanlar, bu eşitliğin, güvenliğin ve barışın tadını çıkartmaktadırlar.[48]

Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Komünist (ya da sosyalist) toplumsal hedeflerin onaylanması, kâfirlerin kendi çıkarları adına ortaya koydukları birer seküler ideoloji olarak bunlara yönelik bir itirazla el ele gitti. Bunun dışında, vakıf mallarına el konulması ya da kılık-kıyafet ile kadınların durumu gibi kimi alanlarda yapılan değişiklikler, İslama dönük birer saldırı olarak görüldü. Endonezyadaki hikâye, bu bakımından gerçekten öğreticidir.

Burada başlangıçta Sarekat İslam içinde komünistlerle modernist Müslümanlar arasında belirli bir işbirliği söz konusuydu. Sarekat İslam, Çinlilerin ticarî hâkimiyetine, Hollandanın politik yönetimine ve Hristiyan misyonerlerin dinî saldırılarına karşı Endonezyalıları korumak amacıyla 1912de kurulmuş bir kitle hareketiydi.[49] Bu hareket, Sarekat İslam içindeki Jogjakarta grubunun hareketin kontrolünü özel bir kongre sonucu ele geçirip, EKPyi (Hint Adaları Komünistleri Birliği)[50] merkez yönetimden ihraç ettiği Ekim 1921e dek devam etti. İhraç edilen ve artık kendisine “Kızıl Sarekat İslam diyen (Tan Malakanın ifadesiyle, 100.000 kişilik üye toplamının 30.000ini teşkil eden)[51] şubeler, komünist olduklarını eskisine nazaran daha gür bir biçimde vurgulamaya, böylelikle modernist İslam ile daha fazla çatışma yaşamaya başladılar. Leslie Palmierin yazdığına göre, Sarekat İslam içindeki EKPye karşı verilen mücadele, Jogiakartadaki dinî modernistler eliyle yürütülmekteydi.[52] Cavanın iç kısımlarında, daha çok kırsal kesimde yaşayan, görece daha gelenekçi Müslümanlar komünistlerle işbirliği kurarlarken, şehirlerdeki modernist Müslüman hareketler, EKP’yi hasım bir kuvvet olarak görüyorlardı.

Bu dönemde dünyanın başka bir bölümünde, Orta Asyada, muhalif gelenekçi Müslümanlar komünizme karşı çıkarlarken, modernistlerin en azından belli bir bölümü (Cedidî Hareket) Bolşeviklere katılmışlar, 1920lerin sonuna dek onlarla işbirliği yapmışlardı. Bu iki yaklaşım arasındaki farkın iki ana nedeni vardı. Cavadaki abangan Müslümanlarının gelenekçiliği Kuran değil, yerel ritlere dayanıyordu. Esasında muhalifleri de onların Müslüman olmadıklarını düşünüyorlardı. Dahası, şehirlerin önemli bir bölümü, Batı emperyalizminin ilham verdiği ekonomik kalkınmanın merkezleriydi, şehirlerde yaşayan santri Müslümanları ise kırsaldaki muadillerine nazaran daha varlıklıydılar. Bu nedenle ilgili meselede “gelenekçilik”, iktidar ve servetin vârislerine değil, bunlara sahip olmayanlara işaret ediyordu. Orta Asyada ise aksine Cedidîliğin muhalifleri, hem ruhanî hem de seküler, tüm geleneksel yöneticilerdi ve bu yöneticiler, yarı feodal, azgelişmiş devletleri ve Kuzey Kafkasyadaki kabile tabanlı toplumları yönetiyorlardı. Cedidîlik ise Avrupa Rusyasındaki kısmen Batılı, görece daha modern şehirlerdeki gelişmelere tanık olmuş aydınların çalışmalarının bir eseriydi.

Müttefik Olmaksızın Emperyalizme Karşı Mücadele Etmek

Lenin’in ölümünü takip eden birkaç yıl içinde Bolşevik Parti ve Stalin kontrolündeki Komintern, devrimin ilk yıllarına has Müslüman dostu yaklaşımını terk etti. İslam ile muhtemel ittifak, hem iç hem de dış siyasî gerçekler yüzünden imkânsızlaştı. Ancak ilgili değişim kademeli olarak yaşandı.

Bolşeviklerin İslama dönük yaklaşımlarını sertleştirmelerine ilişkin kimi işaretler, yirmilerin sonunda alınmaya başlandı. Bu, özellikle kültürel alanda aşikârdı. Yirmilerin ortalarında Sovyetler Birliğindeki Müslüman Türklerin kullandığı Arapçanın kaldırılmasını amaçlayan hareket, özellikle İslamî kültürü ve gelenekleri hedef alıyordu. Bu, 1926da ilgili teklifi reddeden Sovyet memuru A. K. Abolin tarafından da kabul edilen bir husustu:

“Biz, Bakû Türkoloji Kongresi’nde tespit edilen bu hedefi (Latin alfabesine geçiş hedefini) ne ilân etmeli ne de teşviki yönünde gayret sarf etmeliyiz. Dindar Müslümanlar, bu görüşe düşmanca yaklaşacaklardır. Biz, merkezî otoritenin Doğu haklarına yeni alfabeyi zorla dayatmakla suçlanmasına izin vermemeliyiz.[53]

1926’da Türkî halkların temsilcilerinin önemli bölümünde Latin alfabesinin takdimine karşı ortak ve uzlaşmaz bir muhalefet zuhur etti. Destek, sadece Türkmenlerden, Azerbaycanlılardan ve Başkırlardan geldi.[54] Ayrıca Latin alfabesine geçişi destekleyenler, kendilerinin İslamî kültürü zayıflattıklarını kabul ediyorlardı. Bunlar, Arap alfabesinin okuryazar olma noktasında zor olduğundan “çocukların analitik kapasitelerini azalttığı” argümanı ile kendilerini savunuyorlardı.[55] Muhalefete rağmen Latin alfabesi, 1927’den itibaren uygulamaya konuldu. Görünüşe göre 1927 yılı, Sovyet Müslümanları için birçok hususta önemli bir dönüm noktasıydı.

Militan Tanrısızlar Birliğinin din karşıtı propagandanın güçlendirilmesini talep ettiği 1926 yılında Zhenotdel (Komünist Parti’nin kadın kolu) da komünistlerin kadınlara yönelik bir zulüm olarak gördükleri tesettürün Orta Asya’da kaldırılmasına ilişkin bir kampanya önerisinde bulundu. Hücum adını alan bu kampanya 1927de başladı. Özbekistan’ın başkenti Taşkentteki parti liderleri, merkezden gelen bu talimattan hayli rahatsız oldular ve dışarıda tesettürsüz gezme konusunda kendi eşlerini bile ikna edemeyeceklerini söylediler.[56] Ama gene de kampanyayı yürütmek zorunda kaldılar. Tesettür, yereldeki halk tarafından dinî bir mecburiyet olarak görülüyor, cemaate dönük sadakatin bir sembolü kabul ediliyordu. Dolayısıyla kadın partili eylemcilerin talimatları uygulamaya dair gayretleri, Shoshana Keller’in ifadesiyle, “kadınlara yönelik şiddet dalgasını tetikledi.[57]

Tesettürün yürürlükten kaldırılmasına ilişkin kampanya, İslama dönük genel saldırının bir parçası olarak yürütüldü. Bu saldırı, Müslüman okulları, İslamî mahkemeler, camiler ve evkaf gibi birçok dinî kurumun ezilmesini ve devre dışı bırakmasını, ayrıca Müslüman parti görevlilerinin atılmasını öngörüyordu.[58] Keller’in tahminine göre, 1927-39 arasında Özbekistan’da Müslüman din adamlarının yaklaşık yüzde yetmişi tutuklandı, katledildi ya da faaliyet dışı bırakıldı.[59] Birçok cami kapatıldı. Ancak burada esas olarak niyet edilen, müminlerin ibadet edecek yer bulamaması değildi. 8 Nisan 1929 tarihli Rusya Cumhuriyetindeki dinî kurumlarla ilgili yasa, dinî grupları yasaklamasa da onların hükümetin sıkı kontrolüne girmelerini sağlıyordu. 36. Madde, kapatma işlemi, müminleri dinî ibadetlerini yerine getirme imkânlarını ortadan kaldırmıyorsa bir caminin kapatılmasını öngörüyordu. İslam karşıtı kampanya 1930da başladı ve uzun süre devam etti.[60] Kampanya, süreç içerisinde yerini kolektivizasyon ve sanayileşmeye ilişkin görece daha acil önceliklere bıraktı. Dolayısıyla İslam gözden ırak olduğu sürece her yerde var olmayı sürdürdü.[61]

Tesettürün kaldırılmasına ilişkin kampanya, Stalin tarafından uygulamaya konulan genel büyük değişimin bir parçasıydı. Stalin, 1928de SBKPnin rakipsiz lideri hâline geldiği noktada parti ve Sovyet hiyerarşisi ile genel olarak toplum içinde bulunan gerçek ya da muhayyel hasımlarına karşı şiddetli bir saldırı baş gösterdi. Binlerce insan yargılanıp idam edildi, birçok isim de ortalıktan kayboldu. Bu dönem süresince Sovyet hükümeti, Müslüman bölgelerdeki Komünist Parti aygıtını Ruslaştırmaya başladı. Yereldeki birçok Müslüman lider, “milliyetçi sapma” suçlaması ile tutuklandı. Sultan Galiyev, 1928’de ikinci kez tutuklanıp yargılandı. Bu gelişmeyle birlikte, Sovyetler Birliğindeki tüm Müslüman bölgelerde kampanya yürütülmeye başlandı. Söz konusu bölgede bir dizi kültür, bilim, sanat ve yazın kurumuna karşı yoğun bir saldırı gerçekleştirildi.[62] Birçok Müslüman komünist, dönek, hain, ajan-provokatör, sapkın, burjuva milliyetçisi, halk düşmanı” ve Buharin-Troçkist kliğinin üyesi olmakla suçlandı. İlk döneme ait tüm Müslüman kadroların neredeyse tümü, bu saldırılar sonucu tasfiye edildi.[63]

Sovyetler Birliği dışında ise Kominternin 1928 tarihli altıncı kongresinde ilân edilen sınıfa karşı sınıf siyasetine dönüşle birlikte anti-emperyalist hareketlerle işbirliği siyaseti sona erdirdi, komünist tecritçilik dönemi başladı. Kominternin aynı yıl geliştirdiği Sömürgeler ve Yarı-Sömürgelerdeki Devrimci Hareket Üzerine Tezler şu tespiti yapmaktaydı:

“Bu ülkelerdeki komünist partiler, kendilerini tüm küçük burjuva gruplar ve partilerden hem politik hem de örgütsel açıdan en net biçimde ayrıştırmalıdırlar. Gene de millî devrimci hareketle geçici olarak kurulacak, gerçek devrimci hareketin ve temsilcilerinin komünistlerin yoluna engel çıkartmaması gereken işbirliğine de izin verilir.[64]

Bunun dışında, sömürgelerle ilgili raporunu kongreye takdim eden Otto Kuusinen burada komünist parti ile millî reformist muhalefet arasında kurulması muhtemel her türden bloğun reddedilmesi gerektiği üzerinde duruyordu.[65] Başka bir deyişle komünistler, millî burjuvazi ve küçük burjuvazinin partilerinden uzak durmalılardı. Burjuva demokratik devrim mücadelesinde köylülüğe sadece proletarya önderlik edebilir, dolayısıyla (Kominternin görüşüne göre) (Hindistan dışında) proletarya, sömürge ülkelerin önemli bölümünde mevcut olduğundan, bu görev, toplumsal bileşim nasıl olursa olsun, komünist parti tarafından ifa edilmeliydi. Bu tecrit siyaseti, feodal ve burjuva ideolojisini karşıya alma kararı ile uyumlu ilerliyordu. Bu nedenle Irakta yeni kurulmuş olan komünist parti, 1929da Arap kadınların aşağılanma ve cehaletin prangalarından kurtarılması”na ilişkin bir çağrının yapıldığı din karşıtı kampanya başlattı.[66]

Halk Cephesi Genel Manzarayı Değiştiriyor

Özellikle Almanya’da Nazilerin muzaffer olması gibi, genel dünya durumunda yaşanan değişimler, komünist politikada da belirgin bir değişimi koşulladı. Genellikle bu tür politikalar, Komintern eliyle tüm dünya genelinde tatbik edilmişlerdi. Halk Cephesi, 1935te gerçekleşen yedinci Komintern kongresinin bir sonucu olarak teşkil edildi. Yedinci kongre komünist stratejiyi dönüştürdü. Tek başına hareket etmek yerine, komünist partilere anti-emperyalist halk cephesi meydana getirmeleri çağrısında bulunuldu. Cephenin başını millî reformistler çekeceklerdi. Millî devrimci ve millî reformist örgütlerle birlikte hareket edilecekti.[67] Bu noktada anti-emperyalist ve Müslüman güçlerle ittifak mümkün hâle geldi. Ancak not etmek gerekir ki ilgili ittifak, faşizme karşı mücadeleye tabi olacaktı, çünkü emperyalist güçlerin belli bir bölümü (Britanya, Fransa ve Hollanda) bu mücadelede müttefikti, dolayısıyla anti-emperyalizm, sadece bu sınırlar dâhilinde kabul edilmekteydi. Fransız Komünist Partisi lideri Maurice Thorezin tespitiyle,

“sömürge halkların kendi kaderlerini tayin hakları hâlâ geçerlidir, ancak bu halklar, bugün bağımsızlık talep etmemelidirler, zira faşizme karşı mücadelede sömürge halkların çıkarı, Kuzey Afrika ya da Hintçini gibi bölgelerde faşizmin girişimleri lehine olacak bir tavır içine girmekte değil, Fransız halkı ile birleşmektedir.[68]

Halk Cephesi, Ağustos 1939a dek devam etti. Bu tarihte Nazi-Sovyet Paktı imzalandı ve Kominternin çizgisi bir kez daha değişti. Faşizm sözcüğü Kominternin lügatinden geçici olarak çıktı. 1939-41 arası dönemde Ortadoğuda önemli bir değişim gerçekleşmedi. Genel anlamda anti-faşizmden İkinci Emperyalist Savaş olarak nitelenen tarafsızlık politikasına geçiş dönemi, Batılı komünistlere nazaran Doğulu komünist partiler için görece daha az travmatik sonuçlar doğurdu. Anti-emperyalizm, her daim onların programlarında ana dayanak olmuş, 1939 olayları, bu hususta hiçbir şeyi değiştirmemişti.[69]

Hindistan’daki komünist parti, belirlenen yeni çizgiden istifade ederek, Müslümanları Hindistan Millî Kongresi’ne katılmaya çağıran eski konumunu terk etti. Bunun yerine, kongreyi Müslüman Birliğine dek bir konuma taşımaya çalıştı ve bu noktada, ülkenin iki egemen devlete bölünmesini talep eden Müslüman Birliği ile uzlaşılması çağrısında bulundu.[70]

Hitler’in Haziran 1941’de Sovyetler Birliğine saldırması, burjuva demokrasisi ile ittifakın yeniden tesis edilmesine dönük yolu hızla açtı. Bu yolun yeni adı, Millî Cepheydi. Dünya komünist partileri, bu yeni çizgiyi kabul ettiler. Ancak ilgili alanda dikkate alınması gereken bir dizi taktiksel sorun mevcuttu, zira Batı ile ittifakın sürekliliği, (Batı karşıtı ve dolayısıyla açıktan Mihver Devletleri yanlısı olan) millî kurtuluş hareketlerine destek verilmesi ile (Stalinin öncelikli hedefi olan) Müttefikler’in savaş gayretlerine yardım etmek arasındaki ince çizgide yürümek suretiyle mümkündü.

Genel anlamda ifade etmek gerekirse, Doğulu komünist partiler, bu ip cambazlığı konusunda başarılı oldular. Halid Bektaş’ın Suriye ve Lübnan Komünist Partisi, Millî Belgesini takdim edişi bunun iyi bir örneğidir:

“Biz, ilk planda bir toplumsal reform partisi değiliz. Bizi millî hayatın çeperlerine fırlatıp atmak ve böylelikle millî hareketi tümüyle ele geçirmek isteyenlerin bir asılsız bir ithamıdır bu.[71]

İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan zafer sarhoşluğuna ek olarak Stalin ve Batı arasındaki büyük ittifakın sürdürülmesi suretiyle komünist partilerin sömürge yönetimlerinden kurtulmaya çalışan Müslüman dünyasındaki diğer gruplarla kurdukları ittifaklar da devam etme imkânı buldu. Savaş sonrası Afrikadan Latin Amerikaya, Ortadoğudan Asyaya kadar birçok Üçüncü Dünya lideri, millî duyguları ekonomik büyüme, politik eşitlik ve toplumsal ilerleme için bir eylem planına tercüme etme noktasında doğal bir kanal olarak Marksizm-Leninizme iltihak etti. Bu liderler, özellikle Asya ve Afrikadaki Müslüman toplumların liderleriydi.

İran gibi bağımsız devletlerde bile komünist politika son derece ılımlıydı. Ağustos 1946da Tude (yeniden dirilen komünist partisinin yeni adı) Ahmed Gavam’ın koalisyon hükümetine iştirak etti. Belirli bir programa sahip olmayan parti, sadece Sovyet süngüleriyle Batı’yı ülkeden kovan Azerbaycan Demokrat Partisinin ayrılıkçı siyasetinin ezilmemesini talep ediyordu. Bu dönem fazla uzun sürmedi. Ekim 1946da parti kapatılarak, bir dizi sendikacı ve parti üyesi tutuklandı.[72]

Hindistan’da ise komünistler, savaş süresince görece bağımsız bir çizgi takip ettiler. Ülkenin on altı parçaya ayrıştırılması kararını milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi uyarınca desteklediler. Komünistlere göre, Müslümanların “özerk devletler kurma, hatta isterlerse, çoğunluğu teşkil ettikleri yerlerde ayrı bir yönetim tesis etme hakları olmalıydı.[73] Ancak 1945 sonrası Hintli komünistler, Kongre ile tekrar ittifak kurdular. Uzun yıllar komünist faaliyet yürütmüş, köken olarak Hintli olan Palme Dutt, 1946da Hindistana gitti ve Pakistan için komünist destek efsanesi dediği politikanın terk edilmesi hususunda komünistleri ikna etmeyi başardı.[74]

Soğuk Savaş ve Komünistlerin Yeniden Tecrit Edilmesi

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği ile Batılı güçler arasındaki savaş dönemi ittifakı dağıldı ve bir süre sonra da Soğuk Savaş başladı. Komünist partiler için bu gelişme, sola dönüşü ifade ediyordu. Avrupada ilgili dönüşün etkisine ilişkin dolaysız bir dizi talimat yayımlandı. Talimatlar, esas olarak Sovyetler Birliği çizgisini katı bir biçimde takip eden Jdanovun Eylül 1947deki Kominformun (Komünist Enformasyon Bürosu) ilk toplantısında yaptığı konuşmasında iletildi. Ona göre komünistler partiler, “emperyalist yayılmacılık ve saldırganlık planlarına karşı millî direnişe öncülük etmelilerdi.[75]

Yugoslavya, Arnavutluk ve Bulgaristan’da komünist rejimlerin tesis edilmesi suretiyle 1945 sonrası dönemde Doğu Avrupadaki Müslümanlar için yeni bir durum oluştu. Bağımsız dinî örgütlerin ezilmesi, geri kalanların yönetimlerinin ise devlet eliyle tayin edilmesini öngören Stalinist model, kısa vadede uygulamaya sokuldu. Dinî mahkemeler ve dinî okullar kapatıldı. Evkaf, devletin eline geçti. Sufi tarikatlar yasaklandılar. Tesettür, yasadışı ilân edildi. Süreç içerisinde politikanın uygulanması noktasında ciddi farklılıklar açığa çıktı.

Yugoslavya’da 1948 sonrası Kominform’un ülke dışına çıkartılması ile camilerin inşasına izin verildi. Hac ziyaretine ilişkin tüm sınırlamalar kaldırıldı. Çocuklar, tekrar dinî eğitim almaya başladılar. Müslüman din adamlarının eğitilmesi için yeni medreseler kuruldu. Sufizm üzerindeki yasak kaldırıldı. Genel anlamda Yugoslavyanın bağlantısızlar hareketi içindeki konumu nedeniyle Tito, kendi reklâmını yapmak adına, Müslümanlara iyi davrandı. [76]

Arnavutluk’ta ise tam zıt yönde bir işleyiş hüküm sürdü. Stalin modelinin uygulamaya sokulduğu ilk yirmi yıl içinde Sünni cemaati ve Bektaşi Sufilerinin liderleri, devletçe tayin edildiler. Buradaki amaç, Müslümanların dış dünya ile ilişkilerine mani olmak ve onların komünist hükümeti desteklemelerini sağlamaktı. Sonrasında Arnavutluk, ateist bir devlet olduğunu ilân etti. Tüm ibadet yerleri kapatıldı, dinî cemaatler dağıtıldı.[77]

Bulgaristan, Balkan komşularına nazaran arada derede bir konum aldı. Kırklarda yürürlüğe giren tedbirler varlığını muhafaza etmekle birlikte, ülkede bin kadar cami, beş medrese ve yaklaşık beş yüz imam faaliyetlerine devam etti.[78]

Avrupa dışında ise genel eğilim, komünistlerle millî burjuvazi arasındaki ittifakın dağıtılması yönündeydi. Dolayısıyla Stalin, komünistlere cesaret vermeye ihtiyaç duydu. Yeni siyaset, 1928-34 arasında hüküm süren siyasete kıyasla daha incelikliydi, zira Müslüman dünyadaki komünist partiler, din karşıtı propaganda hususunda eğitilmemişlerdi. Kadınların statüsü ve aile hukukuna ilişkin uygunsuz sorular sorulmuyordu. Genelde sömürgeci rejimlerle Hindistan ve Pakistan gibi burjuva milliyetçi devletlerin yıkılması için hızla bir kıyama geçilmesine dönük vurgularda bulunulmaktaydı.

Jdanov’un “iki kamp” teorisine göre, Hindistan ve Pakistan, Sovyetler Birliği ile müttefik olmadıkları sürece, düşman kampta kabul edilecekti. 1948de Endonezyadaki Madiun ayaklanması, yeni siyasetin ilk meyvesiydi. Ayaklanmaya önderlik eden komünist, Musso, Ağustos 1948de Sovyetlerdeki sürgünden ülkeye dönmüş, Çekoslovakyada komünistlerin kullandığı yolu takip ederek, kendisinin Gottwald Planı” dediği planı yürürlüğe koyup iktidarı ele geçirmek istemişti. Sosyalist Parti gibi komünist olmayan mevcut örgütler EKP ile birleşmeye ikna edilmiş, Renville Anlaşması aracılığıyla emperyalistlerle uzlaşmak gibi temel bir hata yapmaları” ile ilgili olarak özeleştiri sunmuşlardı.[79] Birleşme süreci, yereldeki EKP liderlerinin Madiun darbesi için silâh temin etmesi ile başladı. Bu kararın sorumlusu Musso değildi, ama komünist dayanışma adına EKP ile bu olay ardından birleşti. Mussonun umudu, eylemine İslamî bir meyil kazandırmak suretiyle Müslümanların desteğini muhafaza etmekti:

“Eğer biz, gerçekten kâfirler eliyle yok edilmesine karşı İslam’ı korumak istiyorsak, şimdi cihadın tam vaktidir. Onlar, bizim dini yok edeceğimizi söylüyorlar, ama biz, esas olarak Hollandalıları yok etmek istiyoruz, dini değil.[80]

1945’te tüm Müslümanları birleştirip, ülkeyi İslamî esaslara göre tesis etmek isteyen Masyumi Partisi[81] lideri Sukiman, ikna olmadı ve müritlerine EKPyi desteklememelerini söyledi, “çünkü komünist bir Endonezyada İslam’ın hayatta kalma şansı yoktu.[82] Bu noktada Masyumi ile Milliyetçi Parti arasında derin bir ihtilaf açığa çıktı. Yürütülen siyaset, bir dizi baskıcı müdahale ardından ordu eliyle yenildi.[83]

Hindistan’da parti içindeki hizipsel bölünmeler yüzünden ilk aşamada ciddi bir tereddüt yaşandı. Sovyetler Birliği Doğu uzmanı E. Zukovun Temmuz 1947de yazdığına göre, Nehru zengin bir gericiydi, Kongre Partisi ise emperyalizme teslim olmuş burjuva bir kurumdu.[84] Ancak P.C. Joshi liderliğindeki Hindistan Komünist Partisi, Aralık 1947ye dek Nehruyu desteklemeye devam etti. Söz konusu tarihte parti, Nehrunun siyasetinin İngiliz-Amerikan kampına dönük teslimiyetin siyaseti olduğunu söyledi.[85] Nihayet Şubat 1948de partinin Kalkütada düzenlenen ikinci kongresinde Joshinin yerini genel sekreter B. T. Ranadive aldı ve halkın demokratik devletini hedefleyen, şiddete dayalı devrime dayanan Ranadive çizgisi benimsendi. Komünist politikanın bu aşaması da 1951e dek devam etti. 1948deki Kalküta Kongresinde kurulan Pakistan Komünist Partisi, takip eden üç yıl süresince bir dizi grev ve köylü ayaklanması örgütledi.[86]

1948’de Iraklı komünistler önderliğinde Vasbe (Sıçrama) ayaklanması gerçekleşti. Başarısız olan bu halk ayaklanması, hem millî burjuvaziye hem de Nuri Saidin feodalite yanlısı rejimine karşıydı.[87]

Mısır’da 1952’de komünistlerle Müslüman Kardeşlerin ortaklaşa önderliğinde gerçekleşen bir isyan sonrası monarşiyi devirip iktidarı ele geçiren, Muhammed Necib ve Cemal Abdünnâsır liderliğindeki Hür Subaylar, takip eden birkaç yıl içinde Sovyet basını tarafından birçok kez kınandı. Zukov, 1949da konuyla ilgili yaklaşımını kısa ve özlü bir biçimde ortaya koyuyordu:

“Kemalizm, Gandizm, Siyonizm veya Pan-Arabizm gibi gerici ve milliyetçi burjuvazinin çeşitli biçimleri, kesin olarak emperyalist gericilik safına geçmişlerdir.[88]

Millî Kurtuluş ve Yaşadığı İkilemler

1953’te hem Stalin’in vefatı hem de Kore Savaşı’nın sona ermesi ardından Doğu ile Batı arasındaki ihtilaf, görece daha farklı ve daha ılımlı bir hâl aldı. Kruşçev, dış siyaset bağlamında barış içinde bir arada yaşama şiarını benimsedi. Müslüman dünya için bu şiar, Sovyet etkisinin şiddete dayalı değil, barışçıl araçlarla yayılmasına dönük gayretleri ifade ediyordu. Nisan 1955te Sovyet hükümeti, millî bağımsızlıklarını güçlendirmek isteyen Ortadoğulu tüm devletlerle barışçıl bir işbirliği içine gireceğini” söyledi.[89]

Kruşçev, Ortadoğudaki yeni bağımsız ülkelerin Batı ile çatışmaya yakın durduğunu tespit edememesinden ötürü Stalini eleştirdi. Bu yaklaşım, devletler düzeyinde görece daha sıkı ilişkilerin kurulması için gerekli yolu açtı ve yereldeki komünist partilere yenilenmiş bir dizi ittifak politikası takdim etti. Hem iktidar için mücadele eden anti-emperyalist Müslüman hareketlerle hem de Mısırdaki Cemal Abdünnâsır ve Endonezyadaki Sukarno gibi, başarılı milliyetçi devrimcilerle ittifakların kurulması mümkün olacaktı. Artık “millî burjuvazi” eleştirilmemekte, bunun yerine ilgili hareketler, kapitalizmin ölmeye yüz tuttuğu dünyada ilerici hamleler olmaları ve yeni bir tarihsel tarz ortaya koymaları sebebiyle övülüyorlardı.

1957’de (yeniden birleşen) Mısır Komünist Partisi genel sekreteri Halidin (Fuad Mursi) tespitiyle, millî burjuvazi, dışarıdan sosyalist kampın, içeriden de halk kitlelerinin desteği olmaksızın ilerleyemeyeceğini kendi tecrübesiyle öğrenmişti.[90] Elbette her zamanki gibi kimi farklılıklar mevcuttu. Zira milliyetçiler, her ne kadar Sovyet yardımını kabul etmekten ötürü hoşnutsalar da komünistleri ülke içindeki bir tehdit olarak görmeyi sürdürüyorlardı. Bunların tarafsızlaştırılması, üst yönetiminin kontrol altına alınması ya da ezilmesi şarttı. Komünistlerin doğal olarak nihai hedefi ise iktidarı almaktı.

Kruşçev, Nasır’ın Suriye Komünist Partisine dönük baskı politikası ile ilgili kendi konumunu 1959da açık biçimde ortaya koydu:

“SSCB’nin Arap ülkelerinin iç meselelerine müdahale etmek gibi bir niyeti yoktur, ne yaşanırsa yaşansın, SSCB Birleşik Arap Cumhuriyetine dönük yardım ve destek politikasını sürdürecektir.

Ona göre, Arap ülkelerindeki mevcut durum, “komünist bir sistemin tesisi için uygun değildi.[91] 1958deki Temmuz Devrimine dâhli sebebiyle önemli bir güç elde etmiş olan ve “ülkedeki temel politik güç”[92] olarak görülen Irak Komünist Partisi, Ağustos 1959da, yeni hükümetteki hissesini muhafaza etmeye dönük gayreti ile ilgili solcu hatasından ötürü özeleştiri vermeye mecbur edildi ve bir daha böylesi teşebbüsler içine girmedi.[93]

Müslüman dünyasının en uç doğu noktasındaki Endonezyada komünist partinin politikası da temelde farklı değildi. Milliyetçi cumhurbaşkanı Sukarno liderliğinde kurulmuş olan millî burjuvazi hükümetinin başta olduğu ülkede hükümetin arkasında, muhalefetteki Müslümanlar (Masyumi) ve Sosyal Demokratlar (ESP) ile koalisyon kurmuş olan Endonezya Milliyetçi Partisinin desteği vardı.

EKP, Stalin’in vefatından önce onun millî burjuvaziye dönük sert siyasetinin terk edilmesi beklentisi içerisindeydi: 1951’de geriye dönük olarak Madiun ayaklanmasını redde tabi tuttu. Bu, partinin liderliğini ele geçiren Aidit, Lukman, Njoto ve Sudisman’dan oluşan dörtlü ekibin bağımsız olarak verdiği bir karardı.[94] 1952de parti lideri D.N. Aidit, millî burjuvaziyi (Sukarno ve EMP) içeren, ama komprador burjuvaziyi (Masyumi) dışarıda tutan bir millî birlik cephesi önerisinde bulundu. Sonrasında 1954teki beşinci kongrede, gerçek manada ilerici bir hükümet olarak görmemesine karşın Ali Sastroamidjojo liderliğindeki EMP hükümetini destekleme kararı çıktı.[95] Bunun nedeni, Sastroamidjojonun komünistlerin de paylaştıkları, Hollanda etkisini kırma ve Batı Yeni Gine’nin (Batı İryan) Endonezyaya katılmasına ilişkin milliyetçi kimi hedefler güdüyor olmasıydı. Ayrıca komünistler, İslamî öğretinin merkezî unsuru olan Tevhidin kabul edilmesini de içeren, Sukarnonun beş ilkesini (pankasila) benimsemeyi de kabul etti. Bu temelde parti, Müslümanlara seslenme imkânı bulmayı ya da en azından, ateistlerin partisi gibi görülüp reddedilmekten kurtulmayı umuyordu.[96]

Dolayısıyla, Müslüman dünyasında 1953 ile altmışların sonu arasındaki döneme, ilkin kurdukları rejimler, 1955 sonrası SSCB tarafından temelde ilerici ve sosyalizme meyilli olarak nitelenen seküler milliyetçilerin (Nasır, Irak ve Suriyedeki Baas, Sukarno ve Nehrunun) yükselişi ve zaferini, ikinci olarak da milliyetçilerle ittifak içinde olan ama öte yandan da milliyetçiliği aşıp sosyalizme doğru ilerlemeyi uman güçlü bir komünist hareketin gelişmesini içeren ikili bir süreç damgasını vurur. Hareketin giderek artan gücü, Ocak 1957’de ABD Başkanı Eisenhower tarafından da kabul edildi. Bu tarihte Eisenhower, milletlerarası komünizmi Ortadoğunun yüzleştiği en büyük tehdit olarak niteledi.[97]

Komünist olmayan ülkelerin önemli bir bölümünde “İslamî sosyalizm, altmışlarda hayli popüler oldu. Bu hareket, özünde seküler olan sosyalizmle dinî ilkeler arasında bir denge teşkil etmeye çalışıyordu.

Pakistan’da “İslamî sosyalizm fikri, Pakistan Halk Partisi (PHP) kurucusu Zülfikar Ali Buttoda karşılığını buldu. Butto, Bangladeşin Pakistandan ayrılması istekleri üzerinden cereyan eden savaştan 1973 yılına kadar Pakistanda cumhurbaşkanlığı, 1977ye kadar ise başbakanlık yaptı. Askerî diktatörlük ve iç savaşla geçen uzun yıllar boyunca Buttonun İslamî sosyalizmi, toplumun birçok katmanında ciddi bir destek buldu.[98]

Altmışlardan sonra Müslüman ülkelerdeki komünist faaliyeti zayıflatan bir dizi etmen açığa çıktı. İlki, Sovyet politikalarının komünist partilerin altını oymasıydı. Altmışların ortasında Sovyetlerin millî demokratik devletlerle ilgili görüşü değişti: tek parti iktidarlarının ilerici politikalar benimsemedikleri sürece ortak olarak kabul edilmemeleri kararlaştırıldı. Bu tespitin ardından, ilgili devletlerde komünist partilere gerek olmadığı söylendi. Bu partiler dağıtılmalı ve komünistler, iktidardaki partiye katılıp, kendi hedeflerini muhafaza etmek kaydıyla, içeride çalışma yürütmelilerdi. Komünist partiler, bu talimatlara her daim uydular.

Bu dönemde Mısır Komünist Partisi’nden kendisini feshetmesi istendi, o da bu işlemi 1965te gerçekleştirdi; ancak Cezayir Komünist Partisi faaliyetlerini illegalite zemininde sürdürdü. 23. SBKP Kongresinde Cezayir Komünist Partisine tahsis edilmiş delege koltuklarında Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi heyetinin oturması türünden can sıkıcı kimi olaylar yaşandı.[99]

Sudan Komünist Partisi ise kendisini feshetme emrine karşı çıktı. Parti, General Numeyriye karşı kısa ömürlü bir darbe teşebbüsünde bulunduğu 1971 yılına dek varlığını muhafaza etti. SKP, Mısırlıların yardımı ile iktidara geldi ve sonrasında kanlı bir biçimde bastırıldı.[100]

Bu çöküş dönemi, Sovyetler Birliği cephesinde yeni bir yönelimi koşulladı. Komünist partilere fesih ve tek parti iktidarlarına tekil olarak katılma çağrısı yapmak yerine Sovyet yorumcular, partilere müstakil varlıklarını korumaları tavsiye ettiler. Ancak bu partiler, hâlâ millî hükümetlere teslim olmak zorundaydılar.

Komünistlerin millî demokratlarla ittifakı geçici değil, uzun erimli bir bakış açısına dayanıyordu. Bir dizi ülkede millî demokratik partiler, millî kurtuluş hareketi ile kapitalist olmayan kalkınmada önemli roller oynayan iktidar partileriydi. Bu hususta komünistler, söz konusu gerçeği kabul etmek ve herhangi bir rahatsızlık duymamak durumunda kaldılar:

“Proleter partiler, duygularının esiri olamazlar, onlar, nesnel bir sınıfsal analiz doğrultusunda hareket etmelidirler.[101]

Altmışlardan sonra Müslüman ülkelerdeki komünist faaliyeti zayıflatan ikinci etmense, komünist partilerin her yerde baskı politikaları yüzünden harap olmalarıydı. Bu tür politikalara bağlı olarak çile çekmiş partilerin listesi hayli uzun, ama bu hususta verilen izahat da her daim kaba manada aynıdır. Baskı uygulanmıştır, zira bu partiler çok başarılıdırlar. Kitle desteği ve ordu içindeki ittifaklarla birlikte komünistler, neredeyse iktidarı ele geçirmenin eşiğine gelmişlerdir. Eski milliyetçi müttefikleri, bazen ABD hükümet ajanlarının yüreklendirmesiyle, bazen de millet dâhilindeki gelenekçi güçlerin yardımıyla, komünistlerin iktidarı ele geçirme girişimlerini önlemişlerdir.

Endonezya’da EKP, tüm umutlarını “anti-emperyalist mücadele” dâhilinde Sukarno ile birlikte gerçekleştirilecek ittifaka bağlamış ve Cavadaki büyük toprak ağalarının mülksüzleştirilmesini sağlamak amacıyla 1963-65 arasında yürütülen kampanyadan ötürü zengin santri Müslümanlarının düşmanlığını kazanmıştı.[102] EKPnin 1964 tarihli toprak reformu kampanyası da vakıf sistemi altında ulemanın toprak ağaları ile aynı konumu paylaşması sebebiyle, dinî temelde duran tüm Müslümanların partiden uzaklaşması ile sonuçlandı. Bu bağlamda Robert Hefner, din ile servet arasındaki bağlantı”dan söz ediyor.[103]

1965 katliamları öncesinde bile Müslümanlarla komünistler arasında, 1964 Kediri yakınlarında ve Ocak 1965’te yaşanan örneklerde görüldüğü üzere, bir dizi çatışma yaşanmıştı.[104] Eylül 1965te Sukarno, Endonezyanın devrimin ikinci aşamasına, yani sosyalizm aşamasına girmek üzere olduğunu duyurdu. Bu açıklaması, ordu içindeki komünist yanlısı unsurlar eliyle gerçekleşecek darbe girişimi izledi.[105] Darbenin bastırılması sonrası ordudaki üst düzey komutanlar, Suharto ve Nasution, EKPnin bu darbenin sorumlusu olduğunu söyledi. Sonrasında inkâr edilmesine rağmen, Müslüman örgütlerin önemli bir bölümü EKPnin imhası” için çağrıda bulundular. Muhammediye örgütü, komünistlerin katledilmesinin dinî açıdan zorunluluk arz eden cihadın bir parçası” olduğunu söyleyen bir fetva yayınladı (7 Ekim 1965).[106]

Katliama ilişkin tahminler farklılık arz etse de genel kabul gören rakam 500.000dir.[107] Endonezya, müslümanların komünistlere yönelik baskı sürecine katılmaları bakımından sıra dışı bir örnektir. Diğer yerlerde genelde baskı uygulayan askerlerdir, askerler, komünistlerin liderlerini yakaladıkları vakit idam etmişlerdir.

Bu tip bir gelişme 1959da Suriyede yaşandı. Irakta 1963te komünist lider Hüseyin Radi katledildi. Cezayirde 1965te Albay Bumediyen, komünistleri hükümetten ve MKC’den attı. Sudan’da 1971’de General Numeyri, komünist parti genel sekreteri Halid Mahcup’u idam etti.

Müslüman dünyasında kendilerine uygulanan şiddetli baskı politikaları yüzünden çile çekmenin yanında, birçok komünist partisi, kendilerine zulmeden rejimlere dönük devam eden Sovyet desteğine bağlı olarak ortaya çıkan kimi iç hizipleşmelerden de mustaripti.[108] Çinli lider Mao Zedungun ikna edici argümanları da bu parçalanma sürecini pekiştirdi. Birçok örnekte Çin yanlısı komünist partiler, Moskova çizgisini takip eden partilere rakip birer parti olarak ortaya çıktılar.

Altmışlarda yaşanan değişimin üçüncü etmeni, Arap dünyasında ve dışındaki milliyetçi rejimlerin 1967 Altı Gün Savaşı’nda yaşanan yenilgisi yüzünden itibarsızlaşması ile ilgiliydi. Bu rejimler kendilerinin, Arap milliyetçiliğinin, belki de genelde tüm Müslümanların, Filistinlilerin İsrail idaresinden kurtuluşuna ilişkin en popüler hedefine ulaşamayacaklarını göstermiş oldular.

Değişimin dördüncü ve son etmeni ise sosyo-ekonomiktir: Müslüman toplumlardaki kimi şehirli seçkin unsurların elindeki petrol zenginliğinin giderek artması, onların, Batı kültürü ile kimi gelenekçi yöneticilerin gayretlerine rağmen, dünya ekonomisi ile bütünleşmelerini sağladı. Tüm bu eğilimlere dönük bir tepki olarak sadece Batılı ve komünist etkiye değil, ayrıca mevcut seküler milliyetçi yöneticilere karşı güçlü ve amansız bir İslamî direniş gelişti ve bu direniş, belli dönemlerde aşırı kimi mücadele yöntemlerine başvurdu. Bu yeni gelişme, Sovyetleri hem (muhtemelen Orta Asya’daki Müslümanları etkisi altına alacağından) içerisiyle, hem de (seküler milliyetçi müttefiklerin istikrarını tehdit edeceğinden) dışarısıyla ilgili olarak hayli rahatsız etti.

Bölgenin büyük bölümü için politik İslam yeni bir olguydu. Mustafa Kemalin hilâfeti kaldırdığı 1924 ile altmışlar arası dönem süresince, L. Carl Brownun tespitiyle, İslamî politik faaliyet sessizdi.[109] Uzun yıllar boyunca komünistler, İslamî kültür ve geleneklerle ilişkili birçok meseleye dönük olarak belirli bir konumu benimsemişlerdi, ancak onlar, yeni oluşan politik İslam türünden ciddi bir rakiple daha önce hiç yüzleşmemişlerdi. [110] Dikkate almaları gereken her daim dört ana politik etmen olmuştu: seküler milliyetçiler, sömürgeci ya da sömürgecilik sonrası dönemin iktidarları, Sovyetler Birliği ve halk kitleleri. Şimdi İslam, sahneye politik bir güç olarak ilk kez giriş yapmaya başlamıştı.

Politik İslam’ın Yükselişi ve Sovyetler Birliğinin Çöküşü

Sovyetler’in Afganistan’ı işgali, İran Devrimi ve Irakta Saddam Hüseyinin 1979da tek başına iktidarı ele geçirmesi, esas dönüm noktalarıdır. Ancak Sovyetlerin Afganistan işgali, her şeyin ötesinde, Sovyet hükümeti ile Sovyet topraklarındaki Müslümanlar arasında mevcut olan uyumun aniden sona ermesine neden oldu. Bu gelişme ardından komünist partiler için bir tecrit dönemi başladı. İslamî gruplar, artık her zamankinden daha büyük bir politik öneme sahiplerdi (İrandaki devrim, Lübnan ve Filistinde bazı hareketlere ilham verirken, Müslüman Kardeşler, Şubat 1982de Suriyede ayaklandı.) Ancak bu partilerle kurulan ittifaklar, pratikte Sovyetlerin Afganistan müdahalesine verilen komünist desteğin güdümündeydi.

Afganistan meselesine karşın, Sovyetler Birliği, Müslüman müttefikleri ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sovyetlerde yayımlanan makaleler, İslam’ın ilerici doğası üzerinde duruyordu. Örneğin Leonid Medvenko, 1980de şu cümleyi sarf ediyordu:

“Her daim İslam bayrağını yükselten millî kurtuluş hareketi, mızrağının ucunu sadece emperyalizme değil, zamanla kapitalizmin temellerine de çevirmeyi bilmektedir.[111]

Yeni İran hükümeti, bu türden açıklamalara ikna olmadı. Ayetullah Humeyni, hem Batı hem de Doğuya karşı esip gürledi. Humeyni, Afganistan işgalini kınadı:

“Mütecaviz Doğunun yağmacıları ve işgalcileri eliyle Afganistan’ın alçakça işgal edilmesini lânetliyorum.

Humeyni, İslam ile Marksizm arasında bağ kurulması fikrine de karşı çıkıyordu:

“Bazı insanlar, İslamî fikirlerle Marksist fikirleri katıştırıp, İslam’ın ilerici öğretileri ile uyumlu olmayan bir yoldan, kendilerince bir karışım elde etmeye çalışıyorlar.[112]

Bu dönemde Sovyetler-İran ilişkileri kopma noktasına geldi. Artık komünistlerin ülke içinde faaliyet yürütmeleri hayli güçleşmişti. Tudenin Tahrandaki bürosu, Müslüman militanlarca Temmuz 1980de talan edildi. Sovyet hükümeti bu saldırıya tepki vermedi, bunun yerine, Humeyninin anti-emperyalist çizgisini destekleyen demokratik örgütlere ve Tude gibi diğer solcu güçlere karşı hareket eden dindar yobazları tahrik edenleri eleştirdi. [113]

Ne var ki süreç, parti için giderek kötüleşti. Parti, 1983te lağvedildi, 45 komünist, casusluk iddiası ile asıldı.[114] Öte yandan, seküler milliyetçi ortaklarla ittifak kurmak da giderek güçleşti. Irakta Saddam, Suriyede Esad ve Mısırda Mübarek eliyle yürütülen baskı politikaları, bu türden ittifaklara mani oluyordu. Sovyetlerin bu gelişmelere dönük cevabı, uygun zamanı bekleme ve devrimci demokratik rejimlerin sosyalizme evrilmelerinin çok uzun bir süreç olduğuna kani olmaları yönünde Arap komünistlerini teşvik etmek şeklinde oldu.[115] Ancak birçok Arap komünist, bu evrim aşamasının geçtiği hususunda kimi şüphelere sahip oldu ve Moskova çizgisindeki partilerin açmaza girdikleri sonucuna ulaştı. Dolayısıyla, altmışlarda Irak, Suriye ve İranda baş gösteren parçalanma devam etti ve o günlerde sürgünde olan tüm partilerde giderek derinleşti.

Bilmedikleri Sularda Yüzen Komünistler

Perestroyka (“Yeniden Yapılanma”) dönemi ve Sovyetler’in çöküşü, resmî komünist partileri uzun yıllar boyunca gözlerini diktikleri rehberden mahrum bıraksa da bu olaylar, ayrıca yeni durumlar ve yeni bir düşünce biçimi için gerekli yolu da açtı.

Lübnan’da komünist parti başkan yardımcısı Kerim Mürüvvet, 1986’da partisinin, kendi tabiriyle, “Arap mirası” ve dinle ilişkisini gözden geçirmesi gerektiğini söyledi ve böylelikle parti programında değişim yapılması ile sonuçlanan iki yıllık bir tartışmayı tetikledi. Bu yeni program, Filistindeki partilerle dayanışmaya, dinî hareketlerle diyalog içinde olunmasına, Arap milleti dâhilindeki tüm toplumsal güçlerle ittifak kurulmasına ve güney Lübnan dâhil, işgal altındaki tüm toprakların kurtuluşu için mücadele edilmesine vurgu yapıyordu. [116] Böylelikle 15 yıl sonra Hizbullah ile Lübnan Komünist Partisi arasında kurulacak ittifak için gerekli zemin de teşkil edilmiş oldu.[117]

Soğuk Savaş sonrası dönemde Müslümanlarla muhtelif solcu ve Marksist örgüt, bir kez daha biraraya geldi. Bunun nedeni, emperyalizmin, sömürgeciliğin, militarizmin, ırkçılığın ve Siyonizmin tüm bu kesimlerin ortak düşmanı olmasıydı. Küresel savaş karşıtı hareketler, solcularla İslamcılar arasında kimi ittifakların oluşmasını doğal olarak koşulladı. Irak’ın Mart 2003te işgal edilmesinden önce, Aralık 2002de Mısırda bir toplantı tertiplendi. Bu toplantıda beynelmilel kimi solcu örgütlerle İslamcılar aynı platformda buluştular. Toplantı, Iraka Yönelik ABD Hegemonyası ile Savaşa Karşı ve Filistinle Dayanışma İçinde Olmak başlıklı birinci Kahire deklarasyonu ile sonuçlandı. Aralık 2003’te “emperyalizme ve kapitalist küreselleşmeye karşı birleşik milletlerarası cepheyi desteklemek amacıyla mücadelenin sürdürülmesini amaçlayan ikinci Kahire Deklarasyonu ilân edildi.[118]

Bu dönemde Lübnan Komünist Partisi, Hizbullah ile ittifak kurmak için gerekli ideolojik hazırlık aşamasını tamamladı. 2007de iki örgüt, millî bir direniş cephesi teşkil etmek için birleşti. İki örgüt de milis kuvvetler meydana getirerek, İsrailli komandoların birçok köye girişini engelledi. İsrail işgali başladığında, Hizbullah millî direnişin başına geçti. Lübnan KPsi, güneyin müdafaası ile İsrail bombardımanı altındaki milyonlarca mülteciye yardım etmek amacıyla ülke içerisinde yürütülen operasyonlarda politik hareketteki tüm üyelerini Hizbullah’a yardım etmek için seferber etti. Şamda yapılan bir yürüyüşte göstericiler, hem Latin Amerikalı devrimci Che Guevaranın hem de Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah’ın resimlerini taşıdılar. Bugün itibarıyla Hizbullah ve LKP, Washington destekli neoliberal modele ve serbest piyasa politikalarına karşı ortaklaşa bir proje hazırlamak için biraraya geliyor.[119]

2007’de İran Sağlık Bakanı Muhammed Ferhadi ile buluştuğu esnada kaleme aldığı bildiride Küba lideri Fidel Castro, Ayetullah Ruhullah Humeyninin vizyonunu övdü ve Kuranî hükümet modelinin Batılı tarzdaki sistemlerin bir ikamesi olarak dikkate alınması gerektiğini söyledi:

“Bizim, bizi her daim tehdit eden ve dünyadaki tüm ülkeleri istila eden ortak bir düşmanımız var.[120]

Sonuç

Marksistlerin ve Müslümanların politik tarihleri, iki muhalif güç arasında yirminci yüzyıl boyunca birçok kez işbirliği kurulduğunu ortaya koymaktadır. Ortak bir düşmana sahip olmak, iki güç arasındaki geçici anlaşmayı teşvik eden asli unsurdur.

Ancak gene de komünizm ile İslam arasındaki ilişki, tümüyle sorunsuz değildir. Hem ideoloji hem de durum itibarıyla birçok kez Müslümanlar ve komünistler yakınlaşmış, ama öte yandan da onları bölen çok sayıda anlaşmazlık noktaları açığa çıkmıştır. Komünist dünya görüşü, İslam dâhil, her türden dine muhalif olmuştur. Bu temel ideolojik ayrışma, pratik politika dâhilinde her daim bir karşılık bulmamış, çoğunlukla bazı taktiksel nedenlerden ötürü ilgili ayrışma değersizleşmiştir. Ancak gene de bu ayrışma, dipten derinden varlığını sürdürmüştür.

Özellikle yereldeki statükoya bağlı olan geleneksel İslam ile ilgili olarak, komünistler de kimi zaman gidermeye çalıştıkları, bazı sürtüşme noktaları açığa çıkmış, ancak her iki taraf da Batı emperyalizmine karşı olma noktasında ortaklaşmayı bilmiştir. Örneğin komünistlerin toprak reformunu savundukları noktada bu politika (1964te Endonezyada yaşananlar örnekliğinde) dinî yardımlaşma kurumlarını da içerebilmiştir. Kadınların özgürleşmesi için başlatılan kampanyalar, tesettür karşıtı ajitasyonu da kapsamış ve bu kampanyalar (yirmilerin sonunda Sovyetler Birliği’nde yaşandığı üzere) gelenekçi Müslümanların şiddetli direnişi ile yüzleşmişlerdir. Bu bağlamda, İslamcılığın Marksist hareketlere dönük düşmanlığı ve İslamî örgütlerin Soğuk Savaş süresince Sovyet komünizmine ve en geniş manada sola karşı kullanılmış olmaları, ciddi bir analizi hak etmektedir.

Dolayısıyla, elde bir işbirliğinden, diğeri de düşmanlıktan yana olan iki ayrı eğilim mevcuttur. Hangi eğilimin hâkim olacağı, döneme ve bölgenin toplumsal, politik koşullarına bağlıdır.

Ben Fowkes
Bülent Gökay
13 Mart 2009
Kaynak

Dipnotlar
[1] B. Lazitch ve M.M. Drachkovich, Lenin ve the Comintern, Cilt. I (Stanford, CA: Hoover Institution Press, 1972), s. 379.

[2] Y. Ro’i, Islam in the Soviet Union: From the Second World War to Gorbachev (Londra: Hurst, 2000).

[3] A. Khalid, “Nationalizing the Revolution in Central Asia: The Transformation of Jadidism, 1917–1920”, Yayına Hz.: R. G. Suny ve T. Martin, A State of Nations: Empire and Nation-Making in the Age of Lenin and Stalin içinde (Oxford: Oxford University Press, 2001), s. 145–62.

[4] V. I. Lenin, Selected Works, Cilt. 3 (Moskova: Progress Publishers, 1967), s. 290; Ayrıca Lenin’in ifadesini şu çalışmada da bulmak mümkündür: Gerry Byrne, “Bolsheviks and Islam”, Part 3: Islamic Communism’, Workers’ Liberty, 17 Mart 2004.

[5] Bertold Spuler, “Djadid”, Encyclopaedia of Islam, 2. basım (Leiden: Brill, 1965), Cilt. 2, s. 366.

[6] A. Khalid, The Politics of Muslim Cultural Reform: Jadidism in Central Asia (Berkeley, CA: University of California Press, 1998), s. 8.

[7] A. Bennigsen ve Ch. Lemercier-Quelquejay, Les Mouvements Nationaux chez les Musulmanes de Russie (Paris: Mouton, 1960), s. 52–6.

[8] R. G. Landa, Islam v istorii Rossii (Moskova: Vostochnaya literatura, 1995), s. 182, akt.: A. Takho-Godi’nin 1927 tarihli kitabı, Revolyutsiya i kontr-revolyitsiya v Dagestane (Mahaçkale: Dagestanskoye Gos. Izdatel’stvo).

[9] S. A. Dudoignon, “Djadidisme, mirasisme, islamisme”, Cahiers du Monde Russe (CMR), Cilt. 37, Sayı. 1–2 (1996), s.13–40 (s.23).

[10] R. Eisener, “Bukhara v 1917 g.”, Vostok, 1994, Sayı. 5, s. 75–81.

[11] Hélène Carrère d’Encausse, Islam and the Russian Empire: Reform and Revolution in Central Asia (Londra: Tauris, 1988), s. 168.

[12] Khalid, The Politics of Muslim Cultural Reform, s. 245.

[13] S.M. Iskhakov, Rossiiskie Musul’mane i revolyutsiya (Moskova: Izdatel’stvo “Sotsial’no-politicheskaya Mysl’”, 2004), s.362.

[14] Khalid, The Politics of Muslim Cultural Reform, s. 288–9.

[15] A.g.e., s. 294, akt.: Fıtrat’ın 1919 tarihli broşürü, Şarq Siyaseti.

[16] Bennigsen ve Quelquejay, Les Mouvements Nationaux, s. 101.

[17] A.g.e., s. 236, akt.: Sultan Galiyev’in 1921 tarihli ‘Müslümanlar Arasında Din Karşıtı Propagandanın Yöntemleri” başlıklı makalesi.

[18] Stalin’in konuşmaları ile nihaî kararlar yayımlanmış olmasına rağmen, bu parti konferansının tutanakları uzun süre gizli tutulmuş, 67 yıl sonra günışığına çıkmış ve 1992’de Moskova’da yayımlanmıştır: Yayına Hz.: B.F. Sultanbekov, Tainy natsional’noi politiki TsK RKP: chetve¨rtoe Soveshchanie TsK RKP, B.F. Sultanbekov’un takdimiyle (Moskova: İnsan, 1992).

[19] Tainy natsional’noi politiki TsK RKP, s. 84–5.

[20] S.A. Dudoignon, “La Question scolaire en Boukhara et au Turkestan russe”, CMR, Cilt. 37, Sayı. 1–2 (1996), s. 133–210 (s. 186).

[21] A.G. Park, bu gerçeği yayımlanmış literatüre dönük dikkatli incelemesinde göstermiştir: The Bolsheviks in Turkestan 1917–27 (New York: Columbia University Press, 1957). Bahsi geçen döneme ilişkin olarak sonradan ilgili belgesel kaynaklara ulaşma imkânı bulan Shoshana Keller ve Terry Martin gibi yazarlar, yirmiler için de aynı tespitleri yapmaktadırlar.

[22] Bu durum ayrıntılı olarak şurada incelenmiştir: Terry Martin, The Affirmative Action Empire: Nations and Nationalism in the Soviet Union, 1923–1939 (Ithaca, NY: Cornell University Press, 2001).

[23] Vakıf (çoğulu evkaf): Müslüman yardımlaşma kurumu.

[24] Hans Bräker, “Soviet Policy toward Islam”, Yayına Hz.: A. Kappeler, Gerhard Simon ve Georg Brunner, Muslim Communities Reemerge: Historical Perspectives on Nationality, Politics, and Opposition in the Former Soviet Union and Yugoslavia içinde (Durham, NC: Duke University Press, 1994), s. 157–82 (s. 166–7). Bräker, burada gayet net bir ifade kullanıyor, oysa ilkin İslam’a dönük yirmilerdeki Sovyet siyaseti, hoşgörü ve baskının muğlâk bir karışımından ibaretti, ikincisi olarak da söz konusu politika, Sovyetler Birliği’nin farklı bölgeleri arasında her daim tutarlılık arz etmiyordu. Örneğin Çeçenya’da Müslüman kurumlarına dönük saldırılar 1924’te, yani diğer birçok yere göre erken bir tarihte başlamış, bu saldırılar, yereldeki parti lideri Taşdemir Yeldarhanov’un görevden alınması ardından gerçekleşmişti.

[25] Yayına Hz.: John Riddell, To See the Dawn: Baku, 1920. First Congress of the Peoples of the East (Londra: Pathfinder Press, 1993), Ek 2, s. 259.

[26] “Theses on the Fundamental Tasks of the Second Congress of the Communist International”, V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 31 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1977), s.184–201 (s. 193).

[27] “Report of the Commission on the National and the Colonial Question”, V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 31 içinde, s. 240–45 (s. 240–41).

[28] Lenin, Collected Works, Cilt. 42, s. 196.

[29] Stephen White, “Communism and the East: The Baku Congress, 1920”, Slavic Review, Cilt. XXXIII, Sayı. 3 (1974), s. 492–514. Türkçesi: İştiraki.

[30] Davetiyenin İngilizce çevirisine, Gizli İstihbarat Servisi (İstanbul Şubesi) tarafından yayımlanmış Haftalık İstihbarat Raporlarının Özeti’nde verilmiştir. 2 Eylül 1920. The Public Records Office, Londra, FO 371/ 5177, s. 29–30.

[31] G.Z. Sorkin, Pervyi s”ezd narodov vostoka (Moskova: IVL, 1961), s. 16–17.

[32] M.N. Roy, M. N. Roy’s Memoirs (Bombay ve New York: Allied Publications, 1964), s. 392.

[33] Sorkin’in Bakû Kurultayı tartışması: Pervyi s”ezd narodov vostoka; Birinci Doğu Halkları Kurultayı – Bakû 1–8 Eylül 1920. Stenoyla tutulmuş tutanak; White, “Communism and the East”; Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar (Ankara: BDS Yayınları, 1991), s. 209–17; Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam (Ankara: Öz Yayınları, 1959), s. 187–98.

[34] Izvestiya, 21 Eylül 1920; Pravda, 8 ve 16 Eylül 1920; Kommunisticheskii Internatsional, 14 (16 Kasım 1920), col.2941.

[35] Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, s. 209–11.

[36] Sorkin, Pervyi s”ezd narodov vostoka, s.31.

[37] A.I. Mikoyan, Mysli i vospominaniya o Lenine (Moskova: Izdatel’stvo Politicheskoi Literatury, 1970), s. 49–50; Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, s. 215–17.

[38] Yayımlandığı yer: Kommunisticheskii Internatsional, 15 (20 Aralık 1920), cols.3141–50.

[39] Şaumyan ve diğer 25 Bakûlü Bolşevik, 20 Eylül 1918’de tutuklanıp katledildiler. Katliamın haberi Moskova’ya ulaştığında, Bolşevik hükümeti İngilizleri Bakû’deki 26 önde gelen Bolşevik’in katledilmesinden sorumlu tuttu. Bkz.: Bülent Gökay, A Clash of Empires (Londra: Tauris, 1997), s. 30–35.

[40] Anastas Mikoyan, Memoirs of Anastas Mikoyan: The Path of Struggle, Cilt. I (Madison, CT: Sphinx Press, 1988), s. 201–2.

[41] Yayına Hz.: Riddell, To See the Dawn, s. 183.

[42] Bakû Kurultayı’nda yapılan konuşmalar, akt.: Hélène Carrère d’Encausse ve Stuart R. Schram, Marxism and Asia: An Introduction with Readings (Londra: Allen Lane, 1969), s. 170–73 (s. 173). Kurultay manifestosunun Türkçesi: İştiraki.

[43] Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and Asia, s. 153. Tezler’in son baskısında “hanlar” ve mollalar”a dönük atıflar “din adamları” olarak değiştirilmiştir.

[44] Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and Asia, s. 188. Tan Malaka’nın konuşmasının Türkçesi: İştiraki.

[45] Takashi Shiraishi, An Age in Motion: Popular Radicalism in Java 1912–1926 (Ithaca, NY ve Londra: Cornell University Press, 1990), s. 285, 296.

[46] Reynaldo Ileto, “Religion and Anti-Colonial Movements”, Yayına Hz.: Nicholas Tarling, The Cambridge History of Southeast Asia, Cilt. 2, Bölüm 1 içinde (Cambridge: Cambridge University Press, 1992), s. 193–244 (s. 242–3).

[47] Albert Habib Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age 1798–1939 (Londra: Oxford University Press, 1962), s. 304.

[48] Bennigsen ve Quelquejay, Les Mouvements Nationaux, s. 98.

[49] Sarekat İslam’ın ideolojisi, onun sosyalizm ve komünizmle ilişkilerinin evrimi şu çalışmada ayrıntılı olarak analiz edilmektedir: Hans Braäker, Kommunismus und Weltreligionen Asiens. Zur Religious- und Asienpolitik der Sowjetunion. Band I.2. Kommunismus und Islam (Tübingen: J.C.B. Mohr 1971), s. 202–34.

[50] Parti, 1924’ten sonra Endonezya Komünist Partisi ismini alır.

[51] Tan Malaka, “Der Kommunismus auf Java”, Internationale Presse- Korrespondenz, Sayı. 29 (21 Temmuz 1923), s. 700.

[52] Leslie Hugh Palmier, Communists in Indonesia (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1973), s. 99.

[53] Martin, The Affirmative Action Empire, s. 188.

[54] I. Baldauf, Schriftreform und Schriftwechsel bei den muslimischen Russlandund Sowjettürken (1850–1937): ein Symptom ideengeschichtlicher und kulturpolitischer Entwicklungen (Budapeşte: Akadémiai Kiadó, 1993), s. 416.

[55] Latin alfabesine geçişi teşvik eden Azerbaycanlı komünist lider Ağamalıoğlu’nun ana argümanı budur.

[56] Gregory J. Massell, The Surrogate Proletariat: Moslem Women and Revolutionary Strategies in Soviet Central Asia, 1919–1929 (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1974), s. 238.

[57] S. Keller, To Moscow not Mecca: The Soviet Campaign Against Islam in Central Asia, 1917–1941 (Westport, CT: Praeger, 2001), s. 116.

[58] A.g.e., s. 153.

[59] A.g.e., s. 241.

[60] Altmışların başında Kruşçev tarafından arta kalan “dinî kurumlar”a karşı yürütülen kampanya, Stalin’in otuzlardaki kampanyasına nazaran, daha az baskıcı ve düşük yoğunlukludur. Ayrıca 1964 sonrası bu kampanya, Brejnev’in müdahalesi ile son bulmuştur.

[61] Keller, To Moscow not Mecca, s. 248.

[62] Sh. F. Mukhamedyarov ve B.F. Sultanbekov, “Mirsaid Sultan-Galiev: His Character and Fate”, Central Asian Survey, Cilt. IX, Sayı. 2 (1990), s. 109–17.

[63] Kızıl Ordu’da savaşmış Dağıstanlı bir Müslüman olan Aymergen’in hatıratı, bu dönemde Kuzey Kafkasya’daki Müslümanların durumuna ışık tutmaktadır: bkz.: S. Aymergen, Son Köprü (İstanbul: Gulan Grafik, 1992).

[64] Eylül 1928 tarihli altıncı Komintern kongresinin kabul ettiği tezler için bkz.: Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and Asia, s. 239.

[65] Akt.: Yayına Hz.: Jane Degras, The Communist International 1919–43: Documents, Cilt. 2 (Londra: Cass, 1971), s. 541.

[66] Hanna Batatu, The Old Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1978), s. 407; Bu bildiri, 1935’te ciddi bir taktiksel hata olarak kabul edilip kınanmıştır.

[67] Altıncı Komintern kongresi kararlarından akt.: Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and Asia, s. 248.

[68] Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and Asia, s. 249.

[69] A. G. Samarbaksh, Suriye ve Lübnan Komünist Partisi’nin 1939-41 arasında antifaşist mücadeleye devam ettiğini iddia ederken, Batatu, Suriyeli komünistlerin 1940 tarihli bildirilerinde, aynı Iraklılar gibi, savaşın iki kesimi arasında tarafsızlık çağrısı yaptıklarını söylemektedir. Bkz.: sırasıyla, A. G. Samarbaksh, Le Socialisme en Irak et en Syrie (Paris: Editions Anthropos, 1978), s. 111 ve Batatu, The Old Social Classes, s. 453, n.53. Aradaki fark, muhtemelen o dönemde Irak’ta, Suriye’nin aksine, açıktan faşist bir politik partinin bulunmuyor olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Avrupa tipi bir “anti-faşist mücadele”, o gün Suriye için anlamsızdır.

[70] G.D. Overstreet ve M. Windmiller, Communism in India (Berkeley, CA: University of California Press, 1959), s. 200.

[71] T. Y. Ismael ve J. S. Ismael, The Communist Movement in Syria and Lebanon (Gainesville, FL: University Press of Florida, 1998), s. 33.

[72] S. Zabih, The Communist Movement in Iran (Berkeley, CA: University of California Press, 1966), s. 115–16.

[73] Overstreet ve Windmiller, Communism in India, s. 215.

[74] A.g.e., s. 240.

[75] Yayına Hz.: G. Procacci, The Cominform. Minutes of the Conferences 1947/1948/1949 (Milan: Feltrinelli Editore, 1994), s. 251.

[76] A. Popovic, L’Islam balkanique (Berlin: Otto Harrassowitz, 1986), s. 347–54.

[77] A.g.e., s. 42–54.

[78] A.g.e., s. 103. Yazarın işaret ettiği kadarıyla, bu konuyla ilgili veriler hayli dağınıktır.

[79] Bu, Endonezya başbakanı ve savunma bakanı Emir Şerafeddin ile Hollandalı yetkililer arasında imzalanan Ocak 1948 tarihli ateşkestir. Bu ateşkes sayesinde Hollanda, ülkeye geçici olarak egemenliğini vermiş, bir süre sonra halk oylaması ile nihai karara varılmıştır.

[80] Bräker, Kommunismus und Weltreligionen Asiens, Cilt. 2, s. 357.

[81] Masyumi, Madjelis Sjuro Muslimin Indonesia’nın (Endonezya Müslüman Cemiyetleri Şurası) kısaltmasıdır.

[82] Bräker, Kommunismus und Weltreligionen Asiens, Cilt. 2, s. 358.

[83] G. McT. Kahin, Nationalism and Revolution in Indonesia (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1952), s. 258–300, bu çalışma ilgili olaylara dair ayrıntılı bir değerlendirme sunmaktadır.

[84] Ye. Zhukov, “K polozheniyu v Indii”, Mirovoe khozyaistvo i mirovaya politika, 1947, Sayı. 7, s. 3–14 (s. 10).

[85] Overstreet ve Windmiller, Communism in India, s. 261–73.

[86] T. Maniruzzaman, “Radical Politics and the Emergence of Bangladesh”, Yayına Hz.: P. R. Brass ve M.F. Franda, Radical Politics in South Asia içinde (Cambridge, MA: MIT Press, 1973), s. 226–7.

[87] Batatu, The Old Social Classes, s. 562.

[88] V. Segesvary, Le Réalisme Khrouchtchévien (Neuchâtel: Éditions de la Baconnière, 1968), s. 140. 1947-51 arası cereyan eden muhtelif komünist ayaklanmalara ilişkin Moskova’nın verdiği talimatlara gereğinden fazla vurgu yapmak yanlıştır. C. M. Turnbull’un yorumuyla, “Güneydoğu Asya’da gerçekleşen muhtelif ayaklanmalar ve savaşlar, Sovyetler’in büyük planının bir parçası değildir.” Bu gelişmeler, aksine, “kafası karışık komünistlerin mevcut hırsları”nı yansıtmaktadır. Bkz.: Yayına Hz.: N. Tarling, The Cambridge History of Southeast Asia, Cilt. 2, Bölüm 1, s. 600.

[89] O. M. Smolansky, The Soviet Union and the Arab East under Khrushchev (Lewisburg, PA: Bucknell University Press, 1974), s. 28.

[90] Akt.: Segesvary, Le Réalisme Khrouchtchévien, s. 148.

[91] Akt.: A.g.e., s. 182.

[92] Batatu, The Old Social Classes, s. 909, yazar, İttihatü’ş Şab’ın (“Halkın Birliği”) 10 Temmuz 1959 tarihli bildirisini aktarmaktadır.

[93] Segesvary, Le Réalisme Khrouchtchévien, s. 183. Ayrıca Batatu’nun (The Old Social Classes, s. 929) bunu Sovyet eleştirisine dönük bir cevaptan ziyade IKP içindeki iç hizipsel mücadelede sağın elde ettiği bir zafer olarak gördüğünü de eklemek gerekir.

[94] Dörtlü ekibe ilişkin bir tasvir için bkz.: Rex Mortimer, Indonesian Communism under Sukarno. Ideology and Politics, 1959–1965 (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1974), s. 29–40.

[95] Mortimer, Indonesian Communism under Sukarno, s. 48.

[96] A.g.e., s. 67.

[97] Peter Mansfield, A History of the Middle East, 2. basım (Londra: Penguin, 2003), s. 260–61.

[98] Adrian Morgan, “Europe’s Islamist–Leftist Alliance”, Bölüm II, 28 Nisan 2007.

[99] D. Ottaway ve M. Ottaway, Algeria: Politics of a Socialist Revolution (Berkeley, CA: University of California Press, 1970), s. 234.

[100] Roger E. Kanet, “Soviet Attitudes since Stalin”, Yayına Hz.: Roger E. Kanet, The Soviet Union and the Developing Nations içinde (Baltimore, MD: Johns Hopkins University Press, 1974), s. 41.

[101] R. Ulianovsky, “Marxist and Non-Marxist Socialism”, World Marxist Review, Cilt. 14, Sayı. 9 (1970), s. 125–7.

[102] J. Walkin, “Muslim–Communist Confrontation in East Java 1964–65”, Orbis, Cilt. 13, Sayı. 3 (1969), s. 829–30.

[103] R.W. Hefner, Civil Islam: Muslims and Democratization in Indonesia (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2000), s. 54.

[104] K. R. Young, “Local and National Influences in the Violence of 1965”, Yayına Hz.: Robert Cribb, “The Indonesian Killings” içinde, Monash Papers Sayı. 21, 1990 (Clayton, Victoria: Monash University Press, 1990), s. 63–100 (s. 77).

[105] EKP’nin 30 Eylül darbesine dâhlinin derecesi tartışma konusudur: Rex Mortimer’a göre, parti, darbenin “kıyısında” kalmıştır. (Indonesian Communism under Sukarno, s. 392–3).

[106] B.J. Boland, The Struggle of Islam in Modern Indonesia (Lahey: Martinus Nijhoff, 1982), s. 146.

[107] “Yarım milyon kişi”nin öldürüldüğüne ilişkin tahmin, Y.M. Cheong’a aittir. Bkz.: Yayına Hz.: N. Tarling, The Cambridge History of Southeast Asia, Cilt. 2, Bölüm 1, s. 434.

[108] Bu konuda Sudan, istisnadır. Bu ülke, 1971’de Sovyetler tarafından yoğun biçimde protesto edilmiş, aradaki bağlar kopmuştur.

[109] L.C. Brown, Religion and State: The Muslim Approach to Politics (New York: Columbia University Press, 2000), s. 111.

[110] EKP’nin tarihine komünizmle İslamî politik hareketler arasındaki karşılıklı etkileşimin damgasını vurduğu Endonezya bu konuda istisnai bir yerde durmaktadır.

[111] L. Medvenko, “Islam: Two Trends”, New Times (Moskova), Sayı. 13 (1980), s. 23–5.

[112] Mart 1980 tarihli deklarasyonu akt.: R. O. Freedman, Soviet Policy Toward the Middle East Since 1970, 3. basım (New York: Praeger, 1982), s. 384.

[113] Freedman, Soviet Policy Toward the Middle East, s. 389.

[114] Galia Golan, Soviet Policies in the Middle East from World War Two to Gorbachev (Cambridge: Cambridge University Press, 1990), s. 189–90.

[115] Freedman, Soviet Policy Toward the Middle East, s. 442.

[116] Ismael ve Ismael, The Communist Movement in Syria and Lebanon, s. 148.

[117] Irak Komünist Partisi ters yönde hareket ederek, 2003’te Saddam’ın devrilmesi ardından ABD liderliğinde Irak’ta oluşan Yönetim Konseyi içinde yer almıştır. Hussein: T.Y. Ismael, The Rise and Fall of the Communist Party of Iraq (Cambridge: Cambridge University Press, 2008), s. 302.

[118] İkinci Kahire Deklarasyonu, 14 Aralık 2003; Eric Walberg, “Anti-globalists Reach Out to Islamists”, Al-Ahram Weekly, 5–11 Nisan 2007.

[119] Marie Nassif-Debs, “Hezbollah and Resistance: The viewpoint of the Lebanese Communist Party”, International Viewpoint Online Magazine, Kasım 2006.

[120] World NetDaily, 18 Haziran 2007.